Ne ki şimdi bu?

Bu blog 2005 yılının Mayıs ayından beri tutuluyor. Kayıtların bir kısmı elimizde olmayan nedenlerle silindi. Kullanıcı Blogger ailesine 2008 yılında katılmış gibi görünüyor olabilir, siz ona inanmayın. Hem yazı hem fotoğraf olsun, bu ne kuru blog derseniz sizi Çalışmak Adamın Karakterini Bozar adlı Tumblr blogumuza alabiliriz.


Çarşamba, Aralık 06, 2006

nescafe varken türk kahvesi içmenin mantıksızlığı (!)

Şimdi, efendim, nasıl mühim bir konudur ki bu size bunu burada kelimelerle ifade edemem. Öyle ki; pek değerli validem ile yediğim yemeğin ardından 40 yıllık hatrına mahsuben şahsımdan rica etmiş olduğu bir fincan orta şekerli kahvenin yapım aşamalarını düşünüyorum da, ehl-i keyf bir insan için sonucu pek keyifli olsa da yapılışı zahmetli bir eski usül içecektir Türk kahvesi.

Ehemmiyetle dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Öncelikle bir bakır cezveniz olması gerekir, zira son teknoloji türk kahvesi makinalarında asla aynı tadı alamazsınız. Cezvenize boşalttığınız bir fincan suyun üzerine iki kaşık tepeleme Türk kahvesi, bir tatlı kaşığı silme toz şekeri katmanızın ardından katiyetle cezveye kaşık sürmeden kısık ateşte kahve ve şekerin suyun dibine çökmesini beklemelisiniz. Ardından, kahve ve şeker iyice dibe çökünce tahta kaşığınızla ince bilek hareketleri ile cezve içinde daireler çizerek yavaş yavaş bir kaç kere karıştırırsınız. Sonra yeniden bir bekleme süreci başlar. Bundan sonra kısık tuttuğunuz ateşin kollarına bırakırsınız eserinizi. Onlar sizin farkedemediğiniz hareketler ile oynaşırken başından ayrılmamanız gerekir çünkü her titreyişlerinde tahta kaşığınızla kahvenize orada olduğunuzu hissettirmelisiniz. Eninde sonunda su, sabırla çekilmiş Türk kahvesi ve şekerin halveti doruk noktasına ulaştığında o en büyük keyif köpükler halinde cezveden taşmaya çalıştığında alırsınız cezvenizi ateşin kollarından.

Fincanınıza döküşünüz de nazik olmalıdır. Çünkü o halvetin ardından saygı bekler sizden kahveniz. Ona onun en kırılgan anında hoyrat davranırsanız tüm yaşadıkları bir çırpıda uçar gider. Bu yüzden kahvenizin yarısını yavaşça fincana dökmelisiniz. Ardından son bir kaç öpüş için yeniden ateşe bırakırsınız onu. Bir kaç titreme daha yaşayacaktır. Sonra yeninden en güzel anında ateşten çekip çıkarırsınız onu ve değerli konuğunuzun içimine layık bir sunum için boşaltırsınız kalanını fincana.

iş burada bitmez elbet. Dolabınızda mevcut ise Ali Muhiddin Hacı Bekir Efendi'nin çifte kavrulmuş antep fıstıklı küçük lokumlarından iki adet fincanın tabağına iliştirirseniz pek münasip olur. Bunun ardından bir bardak su ve eğer üç aylarda değilseniz bir kadeh nane likörü ile yapacağınız servis ile o Türk kahvesinin keyfi doruğa ulaşır. İçimi işte bu yüzden çok değerlidir.

Muhitinizde sallana sallana yürürken, vitrinlere bakarken yahut mesai yerinde evrakların arasında boğuşurken değil, dinlenme zamanında, eski dost sohbetlerinde ya da hoş bir yemeğin ardından içilir. Tek kötü yanı tadının damağınızda kalmasıdır çünkü öyle lakır lakır içilecek bir içecek değildir.

Burnunuza kokusunu, damağınıza tadını, dostunuza da hatrını bırakır...

Ya yaa.. İşte böyle aziz dostlarım. Pek zahmetlidir bu Türk kahvesi. Mesai ister, gönül ister, keyif ister, sevgi ister. Oysa ki hazır kahve öyle mi? Size her an her yerde eşlik edebilir. Misal, ben bunlarla sizin kafanızı şişirirken yazımın ortasında kalkıp cattle'ıma su doldurup onun kaynamasını beklerken bir büyük fincana hemen Jacobs kahvemi ve şekerimi ve sütümü koyup suyun kaynamasının ardından suyu o karışımın içine doldurur doldurmaz şu gavur icadı bilgisayarımın başına geçip bu yazıyı tamamlayabildim. Çok haklısınız çok: Sabırsız ellerin asla bulaşmaması gereken bir eylemdir kahve pişirmek, çünkü o eşsiz tada ancak sabır ve zerafet ile ulaşabilirsiniz.
Neyse efendim, çok konuştum, izninizle şimdi kahve pişirmek için yanınızdan ayrılıyorum.

Çarşamba, Kasım 08, 2006

lütfen genlerinizin ayarı ile oynamayınız, oluru budur

- Ya, oynama diyorum yavrucum, bozacaksın. Bak, kullanma kılavuzunda da yazıyor işte eşşek gibi "LÜTFEN GENLERİNİZİN AYARI İLE OYNAMAYINIZ, OLURU BUDUR" diye. Kurcalama evladım. Ay bak, elimizde kalacaksın yine. Dur dur, çekmeeeeee...

Hah, beğendin mi yaptığını? Şimdi nasıl toplayacağız bunları? Allah senin tependen baksın emi!

Allah'ım yarattın, bari takip et

Pazartesi, Temmuz 03, 2006

deneme yanılma yöntemleri

aslında amaç başka, iki kişilik bir blog sayfası açmak. o yüzden şimdi bu sayfa üzerinde bir sürü deneme yapıp, eğer bir tane bile okuyucu varsa onu kanser etmek mecburiyetindeyim.

adına asla münhasır olmayacak, hoş adlı bir blog sayfası olarak kalacak burası. öyle arada bir bakıp güleceğiz inşallah.

Pazar, Haziran 25, 2006

Bant Dergi nokta com

Çok sevdiğim, pek sevdiğim, "aman da aman, ne kadar da güzel dergi yapmışlar, oh oh, ellerine sağlık, yahu ne kadar da güzel bir tasarımı var; bi biz yapamadık şundan yahu ferhat. bak, forma sayısını o kadar çok tutma, o zaman güzel bir şey çıkarabiliriz, ama 9 forma dergi mi olur, bari iki aylık olsun, tadından yenmesin" dediğim kültür sanat - müzik - vs dergisi

bant dergi

pazar günü

Oldukça sıkıcı evet.
bu sıkıcı pazar gününü çeşitli siteleri dolaşarak geçiriyorum....

Zaten sırf bu pazar gününden nefret ediyorum diye girmiştim çalıştığım iş yerine. Yandaki fotoğraf da bu iş yerinde yoğunluk azalınca izlediğim, tekrar tekrar izlediğim, evimde de sıkılınca gönlümü hoş etmek amaçlı yeniden yeniden izlediğim filmlerden biri.
Bu, hafta sonu çalışma hikayesi de şu şekilde gelişti.
Üniversitede okurken konservatuarı kazanınca öbür okulu bıraktım diye annem bir ton papara atarken bana, sadece papara ile kalmamış, binbir keyifle gittiğim okulumda devamsızlıktan kalayım diye bana yol parası vermemeye başlamıştı. Bu durumda doğal olarak babişimin odasına yollanırdım. Ama sonra onun da kontrol altına alınmasıyla üzerimdekilerle cebimin içindekiler arasındaki ilişki gitgide kopmaya başladı.
Sonra bir gün bir arkadaşın telefonu ile hiç sevmediğim pazar günleri çalışmaya başladım. Zaten ne evde, ne de dışarıda çekilmezdi bu pazar denen salak gün.
Bu açıdan bakıldığında işte geçirilen bir pazar gününün de benden bir götürüsü olmadığı gibi devamsızlıktan kalmamı da engellemiş bulunmasından dolayı teşekkür ettim oraya.
Ondan sonra her hafta sonu sabahı saat 07:45'de kalkıp, yollandım ../... Otobüsüne.
Otobüs Tepebaşı'na geldiğinde, yani eski TÜYAP kitap fuarı, yeni TRT'nin karşına; indim otobüsten. Çantamda yarısından ayraçla yarılmış kitabım elimde personel girişinden girdim.
Alt koridorlardan dolanarak Ofise geçtim. Açtım telefonlarımı

Konservatuarı bitirdikten sonra dahi bir türlü bırakamadım işi. Öyle ki gazetede çalışma saatlerimiz sabah 9, akşam sonsuz olmasına rağmen yine de sanki çok büyük bir görev yapıyormuş gibi buraya gelmeye devam ettim. Sonra gazeteyi bıraktım, boşlukta kaldım, başka bir dergiye girdim. Yine buraya devam ettim. Garip bir büyüsü var buranın. [nerenin (: ]

Anı olsun diye anlatım. Diğer hikayeleri sonraya sakladım....

fotoğraf

canımın içinde, çok yakın arkadaşlarımdan birinin evindeyim. fotoğrafı o çekiyor. seviyor beni, biliyorum. daha onla izleyeceğimiz çok film, yürüyeceğimiz çok yol var.

fotoğrafa bakıyorum...
hayat iyi gibi gorunuyor gülüşüme göre. saçlarıma bakıyorum... hımm... yeni kırpılmış. belli bi olay var ama anımsayamıyorum işte.
ne garip değil mi? yaşandığı esnada verdiği acıyı tarif edemediğimiz yaşanmışlıklar tarihler o zamanı çok da uzun bir zaman geçmeden unutuluveriyor.
halbuki ne şişeler açıldı o anlara, ne kadehler çarpıştı meydanlarda. edilen duaların içten olduğunu zannetmemize rağmen hayaller yerine gelmedi bi türlü.

o gelmedi, yola çıkılmadı, üç vakte kadar gelecek kısmet ise eminiz yolda bi yere takıldı, düştü.
yaktığımız onca gemi okyanusun ortasında bekleşe dururken biz de eninde sonunda takalara atlayıp döndük kendi kıyılarımıza.
ses etmedik, sustuk, bekledik, çaktırmadığımızı zannettik hayata.

zırva

Gazetede çalıştığım dönemlerde bir röportaj esnasında çekilmişti bu fotoğraf. Röportajı Tripudiostudio'nun kurucusu Özlem Lale Kuleli ile yapmıştım. İlk röportajım olduğundan heyecan hallerim yüksekti. Ama foto-muhabirimin verdiği gazla kendimi aşmış, sorular arasında sekmiştim. Foto-muhabir arkadaşımız da bu duruma karşı bana kıyak yapmayı çok görmemiş, ilk rop anısına benim de fotolarımı çekmişti.... Oy Oy Oy, ne günlerdiii...

Mustafa (yani foto-muhabir arkadaş) da bizimle çalıştığı dönem içinde çok değer verdiği üç makinesinin de tarihin kırık dökük makine hikayeleri sayfalarına doğru emin adımlarla ilerleğini görünce arkasına bakmadan koşarak bizim gazeteden uzaklaşmıştı.

Şu anda fotoğrafı çeken M. Özünal yurt dışında kazandığı bursu kullanmakta sanırım. Dönse de artık onu İstanbul'daki fotoğraf camiasında görmeye başlasak...

Bir arkadaşımın buna yaptığı harika yorumunu aynen aktarmak istiyorum.

Guest: TM

"Mustafa'nın gittiği yerden dönmeyeceğini söylemekten büyük bir üzüntü duymaktayım Sayın HappyHause. Zira yeterseiz İngilizcesi nedeniyle otobüs bileti alamıyormuş. Son konuşmamızda kendisine dilsiz taklidi yapmasını öğütlemiştim. Ancak kötü bir oyuncu olduğunu burada yazmaya gerek bile görmüyorum. (görmüyordum ama yazmış bulunmuşum)"

silmek zorunda kaldıklarım...

bir kısım medya nedeni ile pek de kimsenin bilmedğini zannettiğim, doyasıya abidik gubidik fotoğraflarımı koyduğum ve kendimce hikayelerini yazdığım blog sayfam aslında pek de bilinmiyor değilmiş.

bu yüzden ne yazık ki eskileri silmek durumunda kaldım.
bunun yerine fotoğrafsız fotoğraf hikayeleri olsun madem dedim.

isteyen, hoşuna giden yorum bölümüne yazıya uygun bir fotoğraf koyabilir.

ne yapalım. bu da bizim basit blog'umuzun kaderiymiş.

saygı ve huşu ile...

Pazartesi, Nisan 17, 2006

99 roooms

İlerlemek için doğru noktaları bulmanız gerek...

Kapılar açılacak...
Kanlar akacak...

99 Rooms - tık tık tık