Ne ki şimdi bu?

Bu blog 2005 yılının Mayıs ayından beri tutuluyor. Kayıtların bir kısmı elimizde olmayan nedenlerle silindi. Kullanıcı Blogger ailesine 2008 yılında katılmış gibi görünüyor olabilir, siz ona inanmayın. Hem yazı hem fotoğraf olsun, bu ne kuru blog derseniz sizi Çalışmak Adamın Karakterini Bozar adlı Tumblr blogumuza alabiliriz.


Pazartesi, Nisan 30, 2007

avatar konusundaki sorulara son: Lori Earley

Son zamanlarda çeşitli messenger programlarında kullandığım ve aylardır değiştirmediğim avatarım ile ilgili oldukça fazla soru gelmeye başladı... "yahu bu kuğu boyunlu, yusufçuklu kadın kimdir?" diye. (artık dergilere kapak bile olmuş bizim kuğu boyunlu avcımız, resimde de görüldüğü üzere. hadi bakalım. gitti canım gizem) 1 yıla yakın süredir aynı avatarı kullanıyor olmamdan sebep sorulanları da makul buluyorum aslında. yani bundan sıkılmış değilim.

Aslında herşey uzun, upuzun bir zaman önce Erkan diye bir arkadaşımın "şu siteyi gördün mü yamook?" diyerek Lori Earley'in "The Fine Art of Lori Earley" adlı sitesini benimle tanıştırmasıyla başladı.

O gün ondan önce siteyi tavaf edip kendime açılışta introda da kullanılan "The Hunter" adlı resmi avatar olarak seçip siteye yerleşivermiştim. hatta erkan'dan da güzel bir azar işitmiştim "ben kullanacaktım onu" diye lakin "iyi olan kazansın" diyerek hızlı davranan ben olmuştum. (:

Türkiye'de hakkında çok fazla şey bilinmese de (hoş, son zamanlarda pek bir moda olmuş ve hatta urban5'te dahi konuşulur, tartışılır olmuşlar ya, neyse...)

Bi
zim için 3D çizim yahut fotoğraftan ayrı tutulamaz ve gerçeklikten ayırdedilemez mükemmellikteki çizgileri ile Lori Earley'in gönlümüze taht kurduğunu söyleyebilirim.

aslında bunu düşünen sadece biz değilmişiz ki ekşi sözlük'te prettymortal onun için aklımızdan geçen kimi tanımları yapmış bile:
new york'tan cikma ruya sanatci. gencecik yasina ragmen basarilarla dolu hayatina imza atmayi surduren bir semi-genius daha... resimlerini kanvas disinda ipek ve tahta uzerine yagli boya da calisarak yarattigi tuhaf, masalsi, "distorted" dunyaya ayri bir anlam katiyor. lori earley'nin buyucu, cadi, bakire, punk, peri, anorexic, prenses, avci, super model kizlarinin hepsinin kocaman parlak gozlerinde ayni "creepy" ifade var. hepsi kendi piriltisi ve sonuklugu icinde oylece suzuluyor.
bakinca daha iyi anlasilir tabi.
















Velhasıl, Lori Earley,
avant-garde çevrelerde son günlerde en fazla konuşulan ressamlardan biri olarak geçiyor. Onu diğerlerinden ayıran özellik ise; objelerini, Versus, Donatalla Versace ve Alexander McQueen gibi dev moda tasarımcılarının koleksiyonları ile giydirmesi. Lori Earley’nin senede bir kez sergilenen yağlı boya tablolarının bu yılki adresi, Soho’daki Opera Gallery. “Solo Show: Anima Sola” adlı sergi, 28 Nisan-19 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşiyor. bu tarih aralığında New York'ta olacak birileri varsa uğrasın, bizim için de bir kaç tane yeni görüntü alsın derim... ama şimdilik 28 nisan'da açılışı yapılmış olan sergiden bir kaç görüntüye ve sergi ayrıntılarına şuradan ulaşabilirsiniz.

Cumartesi, Nisan 28, 2007

dahi anlamındaki -de'ler ayrı yazılır hilmi

adam kıza sorar. "aşkım beni seviyormusun?"
kız cevap verir: "soru ekleri ayrı yazılır hilmi"
adam tekrar eder: "ya sen beni seviyormusun sevmiyormusun"
kız cevap vermez ama " soru ekleri ayrı yazılır ve soru cümlelerinin sonuna soru işaret konulur" der.
adam kalakalır.
"sorduğumada soracağımada pişman ettin. ne biçim insansın sen"
kız cevaplar: "dahi anlamındaki -de'ler ayrı yazılır aşkım."
adam: "kalsın mübeccel. sevme hiç sen beni"

Perşembe, Nisan 26, 2007

Büyüyünce Elif Şafak olucam!



-Aslında kazık kadar oldum ama sanki daha büyürüm gibime geliyor…-



Bir Türk olarak Strasbourg’ta doğdu, gençlik yıllarını İspanya’da geçirdi. Geldi ODTÜ’de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi ve aynı okulun Siyaset Bilimi Bölümü’nde doktorasını yaptı. Çağdaş Batı Politik Düşüncesi ve buna ek olarak Ortadoğu üzerine yoğunlaştı.

Akademik geçmişi edebiyat anlayışını da besledi. Romanlarında her iki kültürün de yoğun etkisi hissedildi. Önce “Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinden Kadınsılık-Döngüsellik” adıyla yazdığı yüksek lisans tezi Sosyal Bilimler Derneği tarafından ödüllendirildi, ardından ilk romanı Pinhan ile 1998 Mevlânâ Büyük Ödülü’ne layık görüldü.

Hiçbir zaman kendini bir yere ait hissetmedi. Onu ilgilendiren hep bir bütünü bozan sapma, ana yoldan çıkan tali yol oldu. Kimi zaman katil, kimi zaman kurban; kimi zaman şişman bir kadın, kimi zaman usta oldu.

Romanlarında hiç olmadığı kişilerin içine girdi. Okurlarını her bir kitabında zaman, mekan ve farklı kültür yolculuklarına çıkardı.

Tasavvuf onun edebiyatının ayrılmaz bir katmanı oldu. Aidiyetini coğrafyaların içindeki kültürlerde değil kendi içinde aradı. Onun için söylenen “postmodern” ya da “tarihi roman yazarı” gibi nitelendirmelerden mümkün olduğunca kaçındı, çünkü bu tür kategorik ayrımların yazarlar için değil kitaplar için yapılması gerektiğini düşündü.

Hangi bedenin içine girerse girsin hep “yabancı” oldu. Enkazların ardından kelimeleri çıkardı, buyur etti haznesine. Öztürkçeci aydınlar tarafından bolca eleştirildi, çünkü onların dil anlayışını topyekûn reddetti. Dili sürekli genişleyebilen bir organizma olarak gördü.

Türkiye’nin batılı yüzünü temsil etmesine rağmen tasavvuf, din ve Osmanlıca ile bu kadar yakın olması şaşırttı insanları, ama o artık bu kalıpların yıkılmasının zamanının geldiğini düşündü.

Elif Şafak, şu ana kadar yayınlanan, biri Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, Celil Oker ve Pınar Kür ile birlikte birbirlerinin ardından, birinin bıraktığı yerden yazdıkları “Beşpeşe” adlı romanı ile birlikte, yedi romanında beşincisi olan “The Saint of Incipient Insanities”, yani Araf’ı İngilizce olarak yazdı. Roman Aslı Biçen tarafından Türkçe’ye çevrildi.

Araf’i yazmaya başladığında “kelimeler onun zihnine öyle düştü”. Rüyasında, zihninde İngilizce şekillendiği için öyle yazıldı. Yazdıkça kendini yazdırdı. Ritmi o dilde oldu ve bu ritim “Kim gerçek yabancı? Bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri olmayan mı?” sorusunu sordu.

Yazarın aynı zamanda yine Metis Yayınevi’nden kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarından bir araya getirilmiş bir seçkisi çıktı. Son olarak ise Mart 2006 basımlı “Baba ve Piç” romanı kitapevlerinde yerini aldı.

Tüm bunların ötesinde, benim, yazarın “Bit Palas” romanını okuyarak tanışmamın ertesinde onunla ilgili en güzel anım bir telefon konuşmasında şekillendi.

Ben: Elif Şafak’ın Mahrem’i var mı sende?
Mabel: Evet, var.
Ben: Okudun mu peki?
Mabel: Hayır
Ben: Neden?
Mabel: Mahrem diye…

Gazetede çalıştığım dönemde, onunla, onun haberi olmadan karşılaşmıştım bir gün. Beyoğlu Gazetesi’nde Yurdaer Erkoca’yı bir görüşme için bekliyordu. İlk gördüğümde onun kim olduğunu bilmiyordum.

Ben: Abi ,bu hatun kim yahu?
Ferhat Uludere: Elif Şafak işte…
Ben: Hadi!
Ferhat Uludere: Valla.
Ben:  Vay be. Hatunmuş harbi!

Eski bir yazı bu. Bir dergi için yazmıştım. Sonra yitik ülke'ye kısmet olmuştu. Ardından site talihsiz bir şekilde tüm arşivini kaybedince bir daha da yazıyı görmedim. Geçen gün bir şey için Elif Şafak taraması yaparken internette http://www.elifsafak.us/ diye bir siteye denk geldim. siteden kendisinin haberi var mı bilmiyorum açıkçası. Çünkü onun http://www.elifsafak.net/
diye resmi olduğunu düşündüğüm bir internet sitesi vardı zaten. Hoş, sitede soyadı shafak olarak geçiyor ama herhalde okunma kolaylığı olsun diye. Velhasıl, yazımı elifsafak.us sitesinde "değerlendirmeler -> genel" bölümünde gördüm. İmza ile yayınlamaları da takdirimi kazanmadı değil.

Güncelleme: Elif Şafak'ın resmi web sitesi http://www.elifsafak.com.tr imiş. Güzel haber, blogdaki bu yazıya oradan da link verilmiş. Teşekkürler, hem Elif Şafak'a hem de siteyi hazırlayan ekibe...

Pazartesi, Nisan 23, 2007

google bize logo yapsana (:


linkler:
google bize logo yapsana - haber

google bize logo yapsana - wordpress site

Cuma, Nisan 20, 2007

içindeki aşkı öldürmek

fiilin kendi içinde olması sebebiyle herhangi bir hukuki işlem görmeyeceği cinayet biçimidir.

davalı ya da davacı yoktur. daha doğrusu davacı olması muhtemel kişi çoğu zaman olayın farkında bile değildir.

ölümün bu şekli onun için hiçbir şey ifade etmez.
katil ise kaybettikleri ve içindeki acı ile dımdızlak ortada kalmıştır.
başvuracağı, hak talep edeceği
bir üst mahkeme yoktur.

içindeki aşkı öldürmek/@ekşi

Perşembe, Nisan 19, 2007

hello friends, hello blogger

şimdi efendim...
blogger'a türkçe dil seçeneği gelmesi hoş tabi ama bir de tam çeviriyi becerebilselermiş daha bir güzel olacakmış. çevirileri sanırm türkçeye pek hakim olmayan birileri yapıyor zira blogda kaç yazı olduğunu gösteren bölümde "32 yazılar" demek gibi gramer hatalarını yapabilmek ancak böyle mümkün. ha, ayrıca madem türkçe dil seçeneği yaptınız, yaptığınız işi tam yapın. bir çok yerde yeniden ingilizce dilinde yapılıyor yönlendirmeler. eskisi gibi ingilizce kullanmak daha hayırlı. ki aslında zaten google ile birleşmesi ile bir sürü aksaklık olacağının garantisini daha geçenlerde bloğuma yazı girerken blogger'ın "ay şimdi şöyle bir hata oldu, o yüzden sizin gönderinizi şeyedemedik. birazdan hilmi abi gelir, o halleder" tavrından anlamıştım. (ki
blogger'ı da google'ı da severim ben normalde ama sanki ayrı ayrı daha bir güzel duruyorlardı buradan)

uzun süre
eski blogger olarak kalmak için kastım ama bir gün zorunlu bir yükseltme yapmam gerektiğini söyledi bana blogger. şimdi de şablon yükseltmeme konusunda ısrarcıyım. zira bana "blogunuzun görünümünü özelleştirmeniz için yeni bir araç geliştirdik. bu aracı kullanmadan önce şablonunuzu yükseltmeniz gerekir. yükseltme yaparak, daha önceden şablonunuzda yaptığınız değişikliklerin birçoğunu kaybedeceksiniz." diyor. değişiklikler olduktan sonra da elimde patlama ihtimali olan blogum ile alakalı bu husus için de "ancak, daha sonra da erişebilmeniz için geçerli şablonunuzun bir kopyasını kaydedeceğiz." diye sırtımı sıvazlasa da kendisine buradan "yemezler" diyorum.

(
template kodlarımı kaydettim, bekliyorum)

Çarşamba, Nisan 18, 2007

masal (sadi güran)

aslında sadi güran'ın bu ilüstrasyonunun asıl adı kurtçuk. yıllar önce bant dergi'nin ilk sayısını elime aldığımda tanışmıştım sadi ile.

o zamandan bu zamana çok yıllar geçti ve herkes bant dergiyi, dolayısıyla sadi güran'ı da artık çok iyi biliyor.



kısacası, bence bu ilüstrasyonun adı kurtçuk falan değil, fantastik bir romandan fırlamış gibi duran karakterler dolayısıyla: masal!

Pazartesi, Nisan 16, 2007

geldi bahar ayları

gevşedi gönül yayları

Pazar, Nisan 15, 2007

prensten önce, prensten sonra


kurbağayı öpmeden önce
:


kurbağayı öptükten sonra:

Cuma, Nisan 13, 2007

bis bis bis

Uzun bir yoldan gelmiştim. Soğuktu. Karlıydı. Sessizdi. Bir ilk okul öğrencisinin daha okula ilk başladığı günde duyduğu heyecan ve korku vardı gözlerimde. Ve amatör bir oyuncunun ilk piyesine çıkmadan önce, seyircilerin karşısında herhangi bir pot kırmamak için kendine telkin verirkenki heyecanı.

Yürüyordum. Gideceğim yere varmanın telaşı ile mağazadan acele ile alınmış, normalde özel bir ayakkabıcı da yapılması gereken ama zaman olmadığı için muadili ile idare edeceğim bir tango ayakkabısı vardı ayağımda. Çokça sıkan, canımı yakan, pırıl pırıl parlayan, pembe bir peri masalında olması gerektiği gibi gıcır gıcır bir ayakkabı. Üzerimde de tam da Moskova sokaklarına yaraşır bir palto ile şapka.

Sana yürüyordum. Kalabalık umrumda değildi. Ben asıl sana yürüyordum. Kaldırımda ilerlerken omzuma çarpanları umursamayıp sana geliyordum. Çünkü eğer umursasam bir şeyler olacak ve ben sana gelemeyecektim.

Tanımadığım sokaklardan geçiyordum ve hiçbir şey dikkatimi dağıtmasın diye başım dik, çevreye bakınmadan yürüyordum. Yine tanımadığım bir apartmanın kapısına geldim. Tanımadığım bir kişinin ziline basıp beklemeye başladım. Otomatiğe basıldığında çıkan o sert sesle kendime geldim. Apartmana girdim ve asansörü beklemeye başladım bu sefer de. Zaman geçmek bilmiyordu ve bu bekleyiş yavaş yavaş beni sinirlendirmeye başlamıştı. Asansör ile yukarı çıktım. Kapı açıktı. İçeride çalınan müzik tüm apartmanda yankılanıyordu. Kapıda beni karşılaması gereken sen yoktun kapıda. İçeride bir başka kadını beline sarılmış dans ediyordun. Mutfakta birileri sohbete dalmıştı. Birisi üzerimdeki paltomu ve şapkamı almak için elini uzattı bana. Onları verdikten sonra dans ettiğin odanın kapı eşiğinde seni izlemeye başladım. Yüzün artık yaşının verdiği olgunlukla daha ciddiydi. Aradan yıllar geçmişti ve biz artık büyümüştük. Gözlerin hala eskisi gibi parlaktı. Zayıflamıştın ve bu, yüzünün hatlarının daha belirgin olmasını sağlamıştı.

Benim orada durduğumu fark ettin ve yüzünü bana dönüp gülümsedin, hiçbir şey yokmuş gibi… ben de sana. Müziğin sonlanmasına yakın dikkatin varlığımdan dolayı dağılmaya başladı ve birkaç hareketi yanlış yaptın. Dansettiğin kadın bozuntuya vermedi ve istersen ara verebileceğinizi söyledi. Karşı çıkmadın.

Zarif bir hareketle gülümseyerek bis yaptınız. Kadın pencere kenarına doğru yürüdü, sen bana. Belli belirsiz bir reverans yaparak beni dansa davet ettin, başka bir parça çalmaya başladı ve ben kabul ettim dansı.

Cilalı parkelerin üzerinde, odanın tam ortasında dansa başladık. İyice ustalaşmış ve beni dilediğin gibi yönetebilmeye başlamıştın. Ben de hata yapmaktan korkarak kendimi sana iyice bırakmıştım. Beynim gitgide uyuşuyordu. Yolda içtiğim kanyağın etkisini artık iyice hissediyordum. Dans ederken içip içmediğimi sordun cevabını bilerek. Topuklu ayakkabılar artık iyice canımı acıtmaya başladı. Yorulduğumu söyledim ve dansı bıraktık. Yüzümü avuçlarının arasına alıp küçük bir öpücük kondurdun dudağıma ve elimden tutup beni içerde yüksek sesle kahkahalar atan, abartılı jest ve mimikleri ile ruhumu kirleten konuşan, gülüşen, dedikodu yapan kadınlı erkekli grubun yanına götürdün beni.

Oturdum. Aslında onların arasında nasıl da olmak istemiyordum. O kadını görmekten nasıl rahatsız oluyordum bir bilsen… sustum. Konuşmak istemiyordum hiç. Bahsedecek hiçbir şeyim yoktu onlara. Bahsetsem de anlayabileceklerini hiç sanmıyordum zaten.
Sen onlardan biri gibi sohbete daldın. Bir an kendimi yapayalnız hissettim orada. Gitmek istedim. Ne işim vardı zaten, bilmiyordum.
Sen? Hayır… benim olmadığım bir çok zaman orada uzun saatler geçirmiştin ve ben o zamanlardan çok daha fazla huzursuzdum şimdi yanımda olmana rağmen.

İçkinin etkisi ile gözlerimden alevler çıkıyordu sanki. Parmak uçlarımdan saçımın teline kadar kıskanıyordum seni ve seni orada bırakıp gitmek istemiyor, o binadan tek başıma çıkmayı gözüm yemiyordu. Gitmeliydim oysa ki. Orada durdukça dişlerimin arasında acı sözler birikiyordu. Dişinin kavuğuna giren yiyecek artıkları nasıl rahatsız ederse ve onların varlığından dolayı sürekli dilinle orayı kurcalama isteği neyse, o anda o sözler de bana aynı hissi veriyordu. Sürekli onlarla oynuyor, cümle içindeki dizilişlerini değiştirip değiştirip, çıkarıp atmak istiyordum ağzımın içinden, fakat dudaklarımı aralasam çıkıvereceklerinden korkarak sıkı sıkıya kenetlemişim ağzımı. Konuşmayışım rahatsız etmişti seni ama bir konuşsam susmayacağımı bilmiyordun o anda. Farkında bile değildin durumun.

Ondan sonrasını anımsamıyorum. Ne yaptım, ne dedim, canını yaktım mı? Bilmiyorum. Bir ara bir odaya girip bağırdığımı anımsıyorum sana. Ama ne dedim, bilmiyorum. Tek anımsadığım daha sonra yaptığım bu ihtiyatsız ve kesinlikle kuralına göre oynanmamış hareketten pişman olduğum. Binadan tek başıma çıkmıştım seni o halde bırakıp. Eski beyaz bir köşke yürümüştüm koşar adımlarla…

Peki geri almak ister, o güne dönmek ister miyim şimdi? Hayır. Asla.

Perşembe, Nisan 12, 2007

anımsa barbara

Barbara

Anımsa Barbara
Yağmur yağıyordu o gün Brest’te durmadan
Yürüyordun gülümseyerek yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Anımsa Barbara
Siam sokağında rasladım sana
Yağmur yağıyordu Brest’te durmadan
Gülümsüyordun
Gülümsüyordum
Tanımıyordum seni
Sen de beni tanımıyordun
Anımsa gene de anımsa o günü
Unutma
Saçağın altına sığınmış bir adam
Adını ünledi
Barbara
Koştun ona doğru yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Atıldın kollarına
Anımsa bunu Barbara
Sen diyorum diye de bana kızma
Sen diyorum bütün sevdiklerime
Ancak bir kez görmüşsem bile
Sen diyorum bütün sevişenlere
Tanımasam bile

Anımsa Barbara
Unutma
O yumuşak mutlu yağmuru
Mutlu yüzüne yağan
O mutlu kente yağan
Denize yağan
Tersaneye yağan
Ouessant gemisine yağan yağmuru

Ah Barbara
Ne aptallıktır savaş
N’oldun şimdi sen
O demir o çelik o kan yağmuru altında
Ya o adam n’oldu seni yürekten
Kucaklayan
Öldü mü kaldı mı n’oldu

Ah Barbara
Yağmur yağıyordu Brest’te durmadan
Eskiden nasıl yağıyorsa öyle
Ama artık bildiği gibi değil bura yokoldu her şey
Yıkık bitik bir yas yağmuru şimdi yağan
Demir çelik kan fırtınası bile değil
İtler gibi kuyruğunu titreten
Bulutlar yalnız bulutlar
Brest’te sular boyunca yitip giden itler
Çürümek için gidiyor uzaklara
Hiçbir şey kalmayan Brest’ten
Çoook uzaklara


Jacques PREVERT


(çevirideki düzeltmeler için Sevcan PALUT'a teşekkürler)
orjinal çeviri: Teoman AKTÜREL

Çarşamba, Nisan 11, 2007

ağrı dağı

agri daginın eteginde ucan guvercin olmak isteyenlere!

siz önce bi apartmanınızın çatısına çıkın da... ondan sonra ağrı dağına niyetlenirsiniz (:

Pazartesi, Nisan 09, 2007

LOST (dikkat spoiler içerebilir)

gece üşenmedik LOST üzerine teoriler yaratıp durduk. aslında kafamıza araf fikri oldukça yattı ama yine de bazı sahneler bunu tam oturtamamıza sebep oldu. yine de mr. eko ile boone'un ölüm biçimleri, adada sağ kalanların daha önceki ilişkileri derken yönetmen ve senaristlerin dudağını uçuklatacak derecede saçma yorumları da edip kendi aramızda bir LOST cast'ı oluşturduk. karakterleri görünüşlerine göre değil de hayata bakışları ve olaylara yaklaşım biçimlerine göre yerleştirdik daha çok. elbette kimi karakterlere bir türlü rol biçemedik yahut bazılarında dalgaya aldık ama yine de biraz olsun LOST'a yerleştik gibi. kimilerinde ise cinsiyeti göz ardı ettiğimiz de oldu (:

işte LOST'ta yer alan ana karakterlerin bize yansımaları:

jack: mehmet ozman
john locke: mehmet
kate: aslı
sayid jarrah: erdinç
sawyer: selen
jin: ayhan
sun: ceylan
charlie: clement
claire: zeyno
hurley: berna
ana lucia: neslihan
shannon: gülay
boone: hüs-oytun
juliet: banu
michael: elbey
libby: ayla
walt: engin
mr. eko: zorbey
danielle: öküz tuğba
desmond: emre
hanry gale-ben: süleyman
esmeray: bora (ufka bakan kadın)
kocası: gökhan

en kral rol bana geldi desem yeridir. vallahi herkes
sawyer için cuk oturdu dedi bana. nilgün'ü de set fotoğrafçısı olarak tayin ettik. aslen kate konusunda aslı ile nilgün kapıştılar ama kate daha çok aslı'ya uydu. çünkü bizim nilgün asla kıçını kaldırıp yaban domuzu avlamaz. ayrıca kafes fantazisi olmadığı gibi bana bi' ilgisine de rastlamadım.

yalnız ben de adadaki tüm taş hatunları götürüyorum, bilmem dikkatinizi çekti mi? :D

başlıksız

oturduğum yerden, pencerenin dışından kuş sesleri geliyor kulağıma. sakin bir nisan akşamüstüsü. pazartesi günü. herkes işinde. içerde arkadaşım hazırlanmakta.

korna sesleri ile kuş sesleri karışıyor. şekerli türk kahvemi yudumluyorum bir sigara yakıp.

hayatın basit ama güzel renkleri bunlar. çok alacaya ihtiyacımız yok. basit bir yeşil ile basit bir mavi yeter. bir de yürü yürü bitmeyecek güzel sahil akşamları...

Pazar, Nisan 08, 2007

Nisan

güzel havalar, uzun yürüyüşler, ılık rüzgarlar...
mayısa bir adım daha... ölümlere bir adım daha yaklaşıyoruz...
gidenler gülüşecek anı bırakmıyor ki bize. acı bir tebessüm asılı kalıyor dudağımıza.
yalnızlık zor be...

hatırlamak;
hafızamız ne büyük bir yük, ne büyük bir ceza

unutmak?
ne zaman? nerede?

Cuma, Nisan 06, 2007

namüsait apokaliptik yaylaya yayılmış kısa saçlı ampirik heidi

şair burada heidi kızımızın bir gününden bahsetmektedir. bu heidi kızımız o gün içkiyi fazla kaçırmış olmasından sebep yolunu şaşırmış ve kendini bi anda namüsait apokaliptik yayla'da bulmuştur. "madem küresel ısınma var neden yaylada uzun bir yürüyüşe çıkmayayım ki" der ve o yürüyüşün sonunda çimenlerin üzerine boylu boyunca uzanır.

ve olaylar gelişir...

Perşembe, Nisan 05, 2007

tuttuğum kurbağayı prense çevir butonu

sosyomat bana prens bul lan allahsız
(yahut oradan bana şunların olmuşundan versene 1kg)


mevzuyu seviş moduna getirmeden kurbağa kıvamındaki adamı prense çevirme butonu. bir nevi "level yükseltme".

(öpe öpe olacak iş değil. hem her öpüşmede prense dönüşme garantisi de yok bu kurbağaların. e, orasını burasını mıncıklamakla da olacak iş değil. ihtiyaç dahilinde en yakın mevkide lazım efendim bu butonlardan...)

ama önce, öyle "ay ellerimi siğil bastı, her yerim battı" demeyecek, tutacaksın kurbağayı. sonra "ya allah" deyip atacaksın mavi hapı ağzına. ondan sonra zaten gelen ağam, giden paşam... gelsin prensler, gitsin şovalyeler...

Pazar, Nisan 01, 2007

kulağıma en çok çalınanlar



en sevdiklerim. hep dinlediğim, hep dinlettiklerim...
kulağıma en çok çalınanlar