Ne ki şimdi bu?

Bu blog 2005 yılının Mayıs ayından beri tutuluyor. Kayıtların bir kısmı elimizde olmayan nedenlerle silindi. Kullanıcı Blogger ailesine 2008 yılında katılmış gibi görünüyor olabilir, siz ona inanmayın. Hem yazı hem fotoğraf olsun, bu ne kuru blog derseniz sizi Çalışmak Adamın Karakterini Bozar adlı Tumblr blogumuza alabiliriz.


Cumartesi, Eylül 10, 2011

Elke Schmitter nerede, ne yapıyor?

Merhaba,

Uzun zaman oldu, görüşmedik burada. Önemsemediğimden değil, tamamen unuttuğumdan. :) Son zamanlarda internet üzerinde nerelerde, ne yapıyorum merak ederseniz:

Tumblr'da bir şeyler yazıyor, Twitter'da twitliyor, Flickr'da fotoğraf bakınıyor, Friendfeed'de forum sohbetlerini okuyor, Foursquare'de gittiğim yerleri paylaşıyor, Formspring.me'de sorularınızı yanıtlıyorum. Çok sık olmasa da arada bir Namüsait Apokaliptik Yayla'ya uğruyorum.

Sizi de beklerim.

Sevgiler,

Cumartesi, Nisan 23, 2011

Babişko (23 Nisan notu)

23 Nisan'da blogumu bir çocuğa verecektim, unuttum. Bunun üzerine çocukken yazdığım bir şeyi bulup post etmeye karar verdim. 

Babama yazdığım bir not ile görevimi tamamlıyorum.
Babişko,

Okuldan geldim, evde yoktun. Ben Gülaylara iniyorum. (7 numara) Annem gelince ona söylersin.
Seni seviyorum.
Kızın Selen

Pazartesi, Mart 21, 2011

Hızla iyileşmek buysa...

Doktora diyorum, ben iyiyim. İyisin iyisin, hızla iyileşiyorsun diyor ancak ilacı basıyor. Serumu bitti, şurubu geldi. Şurubunu kapatamadan, vitamini eklendi. Yetmedi, şimdi bir de avuç büyüklüğünde hapları ikişer ikişer sabah-öğle-akşam içiyorum. Ne idüğü belirsiz bir sandoz türü ilaç da üzerine cila; günde dört defa! Üstelik hepsi tok karnına. Ne o, karaciğeri topluyoruz. Ulan ne toplanmaz ciğermiş bu?!

İlaç içmek için düzenli beslenme tavan yaptı. Ben hayatımda bu kadar ilacı birarada görmedim ama şimdi yemekten sonra bitmek tükenmek bilmeyen bir ritüelim; ilaç seansım var. "Kahve yok, sigara yok, sokak yok, ne var lan it?" durumu bir nevi. Bitecek sonunda ama dönüşüm ne yazık ki pek de muhteşem olmayacak zira pek çok şeyden de soğudum bu aralıkta.

Öyle işte...

Hâlâ hissediyorum karaciğerimi. İlginç bir duygu. Biraz fazla hareket etsem, hareket dediğim banyo yapmak, günlük bakım gibi basit şeylerde bile dalağım da göz kırpıyor hemen. Tamam, seni de unutmadık. Gel, senin de okşayayım başını, lanet olsun.

Salı, Mart 15, 2011

Sen de gitme

Bahardan kalma bir gün... evdeyim. Güneş sayesinde ev ışıl ışıl. Tülün arasından sızan güneş ışığı evin içinde türlü oyunlar yapıyor. Kedi mutlu, her gün annemin koyduğu bulgur tanelerini yemeye gelen kuşların uğrak yeri pencerenin kenarında uyukluyor.

TRT gündüz kuşağında güzel diziler var. Biri "Sen de Gitme". Bildik, usta oyuncular... Temiz bir senaryo. Hani, "halk bunu istiyor" deniliyor ya, bu diziyi prime time'a koysalar, biraz da pompalasalar aynı halk bu diziyi de izler aslında. Neyse... konumuz bu değil elbet.

Bahardan kalma bir gün... evdeyim. Okulu asmış gibi hissediyorum kendimi. Sene 2004. Ziverbey'deyim. Şimdi o pembe köşkte arkadaşlarım, şu saatlerde öğle yemeğindeler yüksek ihtimal. Müjdat Hoca ailelerinden, yuvalarından ayrı kalmayı göze alarak binbir hayalle İstanbul'a gelmiş tiyatro gönüllüsü öğrencileri için ev ortamından uzak kalıyorlar diye öğle yemeklerini porselen tabaklarla, cam sürahilerle servis yaptırıyor yemekhanede. 4 kişilik masalarda yemek yiyorlar... Ardından bahçeye çıkacak, ellerinde ince belli cam bardaklarla yemek sonrası sohbetleri yapacaklar...

Bahardan kalma bir gün... evdeyim. Okulu asmış gibi hissediyorum kendimi. Sene 2001. Öğleden sonra iptal olan dersimi bahane ederek Ziverbey'deki duraktan atlıyorum bir 128'e, dönüyorum kendi yakama, Avrupa'ya... Fındıklı'da arkadaşlarım. MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi'nin kapısından güvenlik görevlileri ile şakalaşıp kimlik göstermeden geçip, Resim-Heykel yönünde seyirtiyorum. Kızlar tam kadro rıhtımda. Günlük dedikoduları alıp çantamdan bir Kısa Camel Soft çıkarıp yakıyorum Boğaz'a karşı. Dünyaya bu yakadan bakmanın tadı başka. 

O sıralar "sen de gitme" diyeceğim, gitmesi ile yıkılacağım, kahrolacağım kimse yok... En azından ben bilmiyorum. 2003'teki ön gösterimden sonra asıl gösterim 2005'in Mayıs ayında gerçekleşecek. Benim bundan henüz haberim yok.

Bahardan kalma bir gün... evdeyim. Okulu asmış gibi hissediyorum kendimi. Sene 1999. Sıraselviler'deyim. Okuldan çıkıp tabanlarım acıya acıya dik yokuştan aşağı iniyorum. Pat pat pat... Ayağımda lacivert spor ayakkabılarım, sırtımda yeşil spor çantam. Saçlarım kısa. Böyle erkek çocuğu gibi. Üzerimde turuncu bir tişört, polar bir yelek. Rıhtım'dan içeri giriyor, yine bir sigara yakıyorum. Benim baktığım yönden dünya çok güzel o sırada. 2001'den, 2003'ten ve hatta 2005'ten habersizim. 

O sıralar "sen de gitme" diyeceğim biri var mı, varolduğunu mu zannediyorum, emin değilim. Lise zamanından kalma bir aşk kırıntısı belki. Aşk zannediyorum yüksek ihtimal. Şimdi güzel giden evliliğinden dolayı mutlu olduğum, sonunda başardığı için gururlandığım hayta mı hayta, inatçı mı inatçı bir oğlan. Canımın içi. Çocukluğum, dert ortağım, yol arkadaşım. 

Bahardan kalma bir gün... hastanedeyim. Her şeyi asmış gibiyim ama zaman da durmuş. Sene 2011, günlerden 12 Mart. Ecem Tuğba'nın Kayra ile nikahı var. Gidemiyorum. "Sen de gitme" diyeceğim kimse yok.

Bahardan kalma bir gün... evdeyim. Okulu asmış gibi hissediyorum kendimi ama sene 2011, günlerden 15 Mart ve okul artık yok. Feryadımın babası bir gün önce ani bir kalp krizi ile vefat etmiş. Hastalığım nedeniyle evden çıkamıyor, Lüleburgaz'daki bugün gerçekleşen cenazeye gidemiyorum. Feryadım için zor bir gün. Orada olamamak kötü. 

Bahardan kalma bir gün... evdeyim. Okulu asmış gibi hissediyorum kendimi ama sene 2011 ve ben artık okuldan çok uzaktayım. Bir dolu insan gitmiş, ben kalmışım. Bunca giden arasında "sen de gitme" diyeceğim biri olmuş mu? Birine demiştim sanki.... Bir daha hiç demedim. Bir daha diyecek kimse çıkmadı ama sizin diyeceğiniz birileri vardır elbet. Benim yok ama sizin varsa gerçekten, söyleyin istiyorum. Gitme deyin. Gitsin. Gitsin ama en azından bilsin. Gitsin ama siz söylemiş olun. Sonra bunu demediğinize üzülmeyin.

Pazar, Şubat 27, 2011

"Dixi et salvavi animam meam"

Söyleyince ruhumuz kurtulur mu gerçekten? Yazdıkça temizlenir mi içimiz? İtiraf edince kolaylaşır mı her şey? Sesli bir şekilde yeterince tekrarlarsak basitleşir mi acılar?

Küstüm, oynamıyorum demek olur mu? Koca koca insanlarız, korkup kaçmak yakışır mı?

Not: "Dixi et salvavi animam meam" Latincede "söyledim ve ruhumu kurtardım" anlamına geliyormuş. İlişkili tanımları merak ediyorsanız şuraya lütfen.

Evde, işte, sokakta... Online!

Sadece adını soyadını bilmek, bir insan hakkında sayfalarca bilgi sahibi olmamıza yetiyor. İlişkisi var mı yok mu, kimlerle takılıyor, neler yapmış, burcu ne, önce Googlela, sonra Facebook'ta ara; hop, dizilsin önüne. Sonra Twitter var, ruh halini öğrenebildiğimiz. Nerelere mi gidiyormuş? Aç Foursquare'i, şu anda nerede ne halt ediyor, şıp diye bul. 

Nelere gülüyor, neleri beğeniyor, hangi müzikleri dinliyor? Last.fm, Youtube ve yine vazgeçilmez Facebook yetişiyor imdadına. Profili mi kapalı? Korkma, dünya küçük. Bir sürü ortak arkadaşınız var. Arkadaşın Foursquare'inden bak en son gittiği yere. 

Ne oldu, çabuk mu sıkıldın? Çıkar arkadaşlıktan, görünmesin gözüne. 

---

Yolda karşılaşırdık eskiden, sonra okulda görürdük... Evden çıkmalar heyecan, okulun kapısından girmek heyecan, ota püsüre heyecan yapardık işte. Gençtik, ergendik, kanımız deli akardı işte, bilirsiniz siz de.

Malum olurdu sonra, "bak, a-ha şuraya yazıyorum, bugün göreceksin onu, hissediyorum" derdi yakın arkadaş. Süslenmekten ilk dersi kaçırırdık. O zamanlar muallaktı her şey. Hayat sürprizlerle doluydu. "Ya onu görürsem" diye bakkala giderken bile şöyle bir saçımızı başımızı düzeltir, hele de iş bir okul toplantısıysa, yüreğimiz ağzımıza gelirdi. Öyle check-in falan yok tabii o zamanlar. Geldi mi gelmedi mi diye yüreğimiz ağzımıza gelir, etrafa bakınmaktan şaşı olur, ne dinlediğimizden ne konuştuğumuzdan bir şey anlardık.

"Hoşlandığımız çocuk" okuldansa anasını babasını tanır, nerede oturduğunu bilirdik ama yine de aslında bir şey bilmezdik hakkında. Birisinden hoşlanıyor mu, sevgilisi var mıymış, burcu neymiş, nerelere takılıyormuş, yakın arkadaşları kimlermiş derken kovalardı birbirini okul günleri. Hakkında öğrenilen en ufak bilgi gündemimizin orta yerine otururdu.

O zamanlar herkes her şeyi bilmezdi ama iki insan yan yana gelince yüreğini açardı birbirine. Sevdiklerimizi, sevmediklerimizi tek tek, uzun uzun konuşurduk. Öyle bir tık mesafede değildi insanların müzik arşivleri. Evine gidersen görürdün nesi var nesi yok.O da artık bir arkadaş toplantısı veya doğum günü olursa...

Yavaş akardı bu yüzden zaman. Sindire sindire yaşardın ilişkileri. Böyle şimdiki gibi çat diye bitmezdi... 

Şimdilerde hepimizin bir tuhaf olması bundan. Her şeyimiz ortada ama yüreğimizi koymuyoruz hiç masaya. Çiğnemeden yuttuğumuzdan; sindirmeden, vücudumuza işlemeden kalıp halinde atıyoruz içimizden. Bu nedenle aklımızda kalmıyor, çabuk unutuyoruz...

Ben mi? Ne içindeyim, ne de tamamen dışında. Şükür, yüreğimi açabildiğim insanlar hâlâ yanımda.

İndirin silahları!

Korkup kaçtıklarım, büyük konuştuklarım... İndirin silahları. Teslim oluyorum. Zannettiğiniz kadar iradeli, tutarlı değilim işte. Bir süredir kendimle cenk edip duruyorum. O kadar beceriksiz davranıyorum ki, geçmiş savaşlarımdan hiç ders almadığımı anlıyorum.

Hava soğuk. Kendimi iyi hissetmiyorum. Pek güzel zamanlarda değilim, ne yazık. Oysa ne severim yağmurlu ve soğuk havalarda evde, yorgan altında filmler izlemeyi. Şimdi evin içinde ne yana gideceğimi bilemeden dolanıyorum. Ezan sesi duyuluyor. Yağmurlu havada sokağın sesi bir başka gelir ama bugünlük umrumda değil. Müzik açmadım. İyi böyle. 

Sessizlik... Bir süre konuşmasam, anlatmasalar, dinlemek zorunda kalmasam... Yorgunum. Yorgun, uykusuz olduğum zamanlar daha çok konuşur, daha çok güler, bildiğin gevezelik yaparım normalde ben. Sanırım bu başka bir yorgunluk.

Yalnızım. Dev bir yalnızlık... Birkaç eski dostun yakınımda bir yerlerde olması kendimi biraz olsun güvende hissetmemi sağlasa da aslında sonsuza dek süreceğini hissettiğim bu içsel yalnızlığın beni zannettiğimden de fazla yorduğunu görüyorum son günlerde. 

Sırtımda bir kambur; nereye gitsem peşimde. Ne zaman varlığını unutup sağlam bir insan gibi hareket etmeye kalksam, hemen canımı yakıp hissettiriyor kendini. "Ben buradayım, beni unutma, güvenme kimselere, sen ve ben, ikimizden başka kimse yok aslında" diyip göğe savuruyor bütün silahlarını. Okları göğsüme, kollarıma, bacaklarıma saplanıyor. Yaralarımı sarıp, saklayıp karışıyorum aranıza. Sıkıyorum dişlerimi ve gülümsüyorum. Güldüğümde size güller açıyor, bana dikenleri ile savaşmak kalıyor. 

Eninde sonunda şehit düşeceğimi bildiğim bu harpte, güreşe doymaz yenik pehlivan inadıyla onlarca yeni muharebeye çıkıyor, hepsinde daha da derin yaralar alıp, bir savaş gazisindeki derin inançla düşmana savuruyorum elimdeki çapayı, küreği; artık elimde ne kaldıysa. Sonra yorgun düşüyor, yığılıveriyorum aynanın karşısında yere.

Sonra yeni bir gün başlıyor. Güneş de doğmuyor ki anasını satayım bu havalarda. Anca kazma kürek yaktırıyor. Haftalar ile aylar kovalarken birbirini, yılların eli armut mu topluyor? O da katılıyor düzene. Benim günlerim de böyle böyle geçiyor işte.


Cumartesi, Ocak 01, 2011

Hoşçakal 2010

Hoşçakal 2010. İyi şeyler söylemek isterdim senin için ama kusuruma bakma, sende özleyeceğim hiçbir şey yok. 

Bir iki güzel an var ama onlar bana ait değil. 2010'da kararını verdiğim bir iki şey var ama onlar da 2010'a ait değil.

Sevgili 2010. Bu sene yaşamıma damga vuramadın, üzgünüm. Gezegene yaşattığın bir sürü kötü şeyden bahsetmiyorum bile. Getirdiğin teknolojiler ise aslında geçmişin yansımaları. Zamanın getirmek zorunda olduğu, geçmiş yıllarda sinyalini vermiş şeylerden kendine pay çıkarma hiç. Sen olmasan da olacaktı onlar.

Başıma/başımıza gelenlerden seni sorumlu tutmuyorum, tamam ama biraz olsun pozitif desteğin olsaydı, fena olmazdı hani.

Tahminim, seni çok kısa zamanda unutacağım yönünde. İçimde yok ettiklerini ise yeniden ayağa kaldırmak için 2011'den medet ummayacağım zira al birini, vur ötekine. 2010'u uğurlarken dilek bile tutmadım, yılbaşı çekilişini izlemedim, piyango biletine bakmadım. Zaten bileti de ben almamıştım.