Ne ki şimdi bu?

Bu blog 2005 yılının Mayıs ayından beri tutuluyor. Kayıtların bir kısmı elimizde olmayan nedenlerle silindi. Kullanıcı Blogger ailesine 2008 yılında katılmış gibi görünüyor olabilir, siz ona inanmayın. Hem yazı hem fotoğraf olsun, bu ne kuru blog derseniz sizi Çalışmak Adamın Karakterini Bozar adlı Tumblr blogumuza alabiliriz.


Perşembe, Haziran 07, 2007

imtiyazlı gazetecilik

kötü sözler söylemekten kaçınarak diyebilirim ki; ayşe arman, ebru drew ve benzeri köşe yazarları aslında kimi gazetelerin arka kapak güzeli eksikliğini gideriyor. ha, kapakta da yaz-kış bikinili bir güzel var derseniz, yetmiyor demek ki derim.

çoğu zaman anlatım dili olarak da bize yeni ufuklar açmayan, yazarlık adına da bir işaret göstermeyen bu yazılar tahmin edildiğinden daha fazla okunuyor. özel hayata gösterdiğimiz ilgi buradan rahatlıkla anlaşılabilir. nitekim daha düne kadar adını duymadığımız bir kadının özel hayatı hakkında belki yan komşumuzdan daha çok bilgi sahibi oldukça, gelişmeleri de aynı oranda merak etmeye başlar ve takip etmeye devam ederiz.

(2007 Pirelli Calender)


"modern toplum" diyerek mahrem ve özel bırakmayan yayıncılık anlayışı magazin haberciliğini nasıl ki zirveye taşıdıysa bu tür köşecilik anlayışının da aynı şekilde zırtını sıvazlamakta olduğundan onları takip etme sıkıntısı yaşamıyoruz çünkü artık onlar her yerde.

lakin ilginç olan ve aklıma takılan şu ki,bu kızlarımız neredeyse takvim yöntemi ile aile planlamasını yapabileceğimiz oranda özel hayatının ayrıntılarını verirken bir başka "erkek" köşe yazarının yazısında sevgilisiyle girdiği halvete dair en ufak bir emare görülürse neler olabileceği.

nitekim, modenlik çatısı altında bir gazete köşesinde erkeği hatta erkeklerinden bahseden bir kadın olabiliyorsa bu toplumda, aynı şekilde modern yaşam biçimini çok daha önceden yaşama hakkını ataerkil düzenden dolayı alan erkeğin (örn: erkek "çapkın", kadın "yollu") kadın ya da kadınlarından bahsetmesi neden ayıp sayılsın? öyle değil mi efendim?

şimdi ben erkek olsam ve
gece & şehir başlıklı köşemde kadınımı kastederek:


"akşam ortaköy lucca'ya gitmek üzere sözleştik yeni kadınımla. yine en sevdiğim dekolte tiril tiril elbisesini giyinmiş gelmiş.

pürüzsüz bakacakları kumaşın altından bile ben burdayım derken, nefes alıp verdikçe inip kalkan göğüsleriyle gözlerimi de yuvalarından fırlatıyor gibi ama söz verdiğim üzere yazımı yazmak için zoraki de olsa bu mekanda bir kaç saat bulunmamız lazım. malum, iş herşeyden önce gelir. lakin resmen elim işte, gözüm oynaşta.

hatun önümde kıvrıla kıvrıla dansettikçe ter basıyor beni ve bir fırsatını bulup aşk yuvamıza dönüp onu sabaha kadar kucaklamak istiyorum fakat o da ne? yaz tatili sebebiyle ülkesine dönen; bu kısa sürede istanbul'un altını üstüne getiren sosyetenin ünlü simalarından ve iş dünyasında hatrı sayılır kişilerden birinin kızı olan
x de mekanı şerelendirmez mi? (bkz: x e değer vermek)

ne yazık ki kız arkadaşımın dayanılmaz işvesi dahi bu anları kaçırmama engel değil çünkü
x'in kolunda en az kendisi kadar ünlü ve üstüne üstlük evli olan bir adam var..."

diye giden ve her seferinde bir yolunu bulup konuyu yeni kız arkadaşıma getiren magazin fısıltılı yazılar ile o köşede ne kadar barınabileceğim ve hatta "kimi" kadın köşe yazarlarının anlaşılmaz seksist tavırlarından farklı olmamasına rağmen bu tür yazılarla yine onlar tarafından "kadını bir cinsel meta olarak gösteriyor" olmaktan dolayı kaç gün içinde topa tutulacağım ise ortalama bir zekayla dahi anlaşılabilir.

demem o ki, drew'in yazılarından (!) yola çıkarak öne sürdüğüm çifte standart hayatın her tarafında varken, bu çifte standardın odağının sadece kadınlar olduğunu düşünmeyin.

iki tarafın da belli konularda daha imtiyazlı olduğu apaçık. lakin bu imtiyazlar da duruma göre değişitiğinden kafamız iyice bulanmış durumda. kimi zaman gelenek öne sürülüyor, kimi zaman modern toplum. sonuç her halükarda yanlı olduğundan bunu sorgulamak da benim gibilerin zamanını almaktan başka bir işe yaramıyor.

sözün özü: anladık, hepiniz özgürce sevişiyorsunuz, ki zaten sevişin de, laf eden yok. sonuçta tüm dünya o şanslı spermlerin ürünü. lakin herkesin yaptığı bir şeyi mühim bir bilgiymişçesine önümüze sunmanızın anlamını kavrayabilmiş değilim. üstelik yaşadığınız aşkın büyüklüğünü sevişme sıklığını bir şekilde ortaya koyarak ispatlamak içinse bunlar, çok daha yazık. işin en kötü tarafıysa yine gerçekten keyifli şeyler yazanları tenzih ederek söylemeliyim ki, ne yazım diliniz ne de ifade etme biçiminiz güzel.

"samimi olayım" derken sululuğa, "sulu olmayayım, elit görüneyim ki yollu demesinler" derken yüksekten bakan tavra kaçan, bir türlü orta yolu bulamayan üslup sıkıntılarınızı her gün yalapşap gazeteye yazdığınız yazılarla değil de, gece gezmelerinden ve sevişmekten fırsat buldukça bol bol okuyarak ve bol bol yazarak çözüm bulsanız belki bu tür gazetecilik/köşe yazarlığınız daha sevimli görünecek ve daha olumlu bakacağız. lakin siz kendinizi geliştirmek yerine okuyucuları salak yerine koymaya devam etmeyi tercih ediyorsunuz ki, kimse salak değil.

siz nasıl ki "ahahaaa... bugün de sallamasyon bir yazıyla günü kapadım" derken, biz de "ahahaha, yine saçma sapan bir şeyler yazmış" deyip sizler hakkında üstte belirtilen türde yorumlarda bulunuyoruz. haberiniz olsun (:
yazıda kullanılan görsel: 2007 Pirelli Calender
yazıyı yazarken dinlediğim müzik: Beborn Beton - Tales from Another World

Cuma, Haziran 01, 2007

istanbul yeditepe

geçen günlerden birinde not defterimi karıştırıyordum. sayfalardan birine istanbul'un yeditepesini sırayla not düşmüşüm. hoşuma gitti. nitekim istanbulluyum diyenin dahi sırasıyla sayamadığı tepeleri güzel güzel yazmışım oraya nedense. yine geçenlerde bi arkadaşımla neden bilmem bu konuyu yani yeditepeyi konuşurken ninesinden duyduğu bir rivayeti anlattı bana.

haliç / gravür

rivayete göre bizans zamanında imparator şehrin belli bölgelerine etler astırmış ve asılan bu etlerin en son koktuğu yani en son bozulduğu yerler de istanbul'un yedi tepesi olarak ilan edilmiş.

aslında düşünülürse çok da mantıklı. neden derseniz; bu mantıktan yola çıkarsak: bu tepeler fiziksel hava şartları düşünülürse en yüksek olmasa da diğer tepelere nazaran daha rüzgarlı tepelerdir, zira açık havada duran etlerin bozulmaması için biraz soğuk hava dalgası hoş olur. bereketli tepelermiş, vesselam...

ha tabi madem bu kadar konuştuk, tepelerin hangileri olduğunu da yazsak hiç fena olmaz.
(biz vaktinde sunay akın'la istanbul hakkında sohbetler ederken (derslerde) onunla bu tepeler hakkında oldukça anı/anektod biriktirmiştik lakin şu an için notlarıma ulaşamadığımdan elimizdeki bilgilerle yani murat belge'nin national geographic türkiye için yaptığı liste ile yetineceksiniz) (:

1 (akropol/topkapı sarayının bulunduğu bölge)

yedi tepe’nin ilki, sarayburnu'ndan içeri doğru yükselen ayasofya'nın, sultanahmet camisi'nin ve topkapı sarayı'nın bulunduğu yükselti. burada ayasofya ile sultanahmet camii’ni görürüz. 17. yüzyıl başında sedefkâr mehmet ağa’nın yaptığı sultanahmet camii` dünyadaki tek altı minareli cami özelliğini taşıyor.

2 (çemberlitaş)

ikincisi nuruosmaniye külliyesi'nin bulunduğu, çemberlitaş'ın yer aldığı yükseltide yer alan bizans'tan kalan konstantin sütunu, bugün de kent silüetinde kendini belli eden bir biçim olarak karşımıza çıkıyor. ama daha belirgin olarak nuruosmaniye camii’ni görüyoruz. i. mahmut zamanında başlayıp iii. osman zamanında biten cami osmanlı barok tarzını yansıtır ve sinan ustanın eseridir.

3 (kapalıçarşı'nın bulunduğu yer)

ücüncüsü istanbul camilerinin en görkemlisi süleymaniye, istanbul üniversitesi merkez binası olan eski harbiye nezareti'nin bulunduğu yeri de içine alan üçüncü tepede yer alıyor (beyazıt kulesi ve camisiyle yan yana). mimar sinan’ın bu kentteki en anıtsal eseri dört minaresiyle görkemli bir manzara çiziyor ve kanuni sultan süleyman’ın yüceliğini dünyaya ilan ediyor.

4 (süleymaniye'nin bulunduğu yer)
dördüncüsü, unkapanı-yenikapı hattında bir vadi geçer ve kenti adeta ikiye böler. güneyde lykos deresi vadisine ve aksaray'a doğru inen, kuzeyde dik yamaçlarla haliç sahiline kavuşan yerde yer alan dördüncü tepeyle üçüncü tepeyi valens kemeri (bozdoğan) birbirine bağlıyor. dördüncü tepenin üstünde bizans döneminde havariyun kilisesi varken, osmanlı döneminde onun yerini fatih mehmed'in camisi almıştır.

5 (fatih/çarşamba)

beşinci tepe haliç’in hemen kıyısından dik bir yokuşla yükselir. fener'in üstündeki, çarşamba’ya geliriz. yavuz sultan selim’in camisi bu tepenin üzerinde yapılmıştır. oğlu süleyman’ın saltanat döneminde tamamlanan caminin mimarı kesin olarak bilinmez; ama tarzı, fetih öncesinin osmanlı camilerini andırır.

6 (edirnekapı/caminin yanı)

altıncısı, kentin en yüksek tepesi edirnekapı’nın bulunduğu yerdedir. bu noktada, mimar sinan’ın kanuni’nin kızı mihrimah sultan için yaptığı mihrimah camii’ni görüyoruz. dört duvardaki dört büyük kemer kubbeyi destekler. bu planda çok sayıda pencere açmak mümkün olmuştur ve bu nedenle burası istanbul’un en aydınlık camisi ünvanını taşır.

7 (samatya)

tepelerin altısı haliç’e yakın sıralanırken, yedinci marmara'ya daha yakındır. aksaraymarmara sahiline kadar giden bölgede yer alan yedinci tepenin bir tepeden çok bir sırt olduğu da söylenebilir. sırtın en yüksek noktasında, sadrazam cerrah mehmed paşa’nın yaptırdığı cerrahpaşa camii görülür. erken 17. yüzyıl eseri olan caminin mimarı sinan’ın kalfalarından davud ağa’dır. semtinden surlara ve

yazıyı yazarken dinlediğim parça: biraz alakasız oldu ama dj jeff bennet'in 2005 yılının temmuz ayında yaptığı bir mix'i dinledim. istediğim türde görsel bulmak falan derken 1 saat'lik mix'in de çoğu gitti azı kaldı. vallahi herşey sizler için...


yeditepe inceleme: national geographic türkiye/murat belge


görsel: yazıda yer alan gravürlerin (haliç ve sultanahmet) kaynağı: www.megarevma.net/