Ne ki şimdi bu?

Bu blog 2005 yılının Mayıs ayından beri tutuluyor. Kayıtların bir kısmı elimizde olmayan nedenlerle silindi. Kullanıcı Blogger ailesine 2008 yılında katılmış gibi görünüyor olabilir, siz ona inanmayın. Hem yazı hem fotoğraf olsun, bu ne kuru blog derseniz sizi Çalışmak Adamın Karakterini Bozar adlı Tumblr blogumuza alabiliriz.


Pazar, Şubat 27, 2011

"Dixi et salvavi animam meam"

Söyleyince ruhumuz kurtulur mu gerçekten? Yazdıkça temizlenir mi içimiz? İtiraf edince kolaylaşır mı her şey? Sesli bir şekilde yeterince tekrarlarsak basitleşir mi acılar?

Küstüm, oynamıyorum demek olur mu? Koca koca insanlarız, korkup kaçmak yakışır mı?

Not: "Dixi et salvavi animam meam" Latincede "söyledim ve ruhumu kurtardım" anlamına geliyormuş. İlişkili tanımları merak ediyorsanız şuraya lütfen.

Evde, işte, sokakta... Online!

Sadece adını soyadını bilmek, bir insan hakkında sayfalarca bilgi sahibi olmamıza yetiyor. İlişkisi var mı yok mu, kimlerle takılıyor, neler yapmış, burcu ne, önce Googlela, sonra Facebook'ta ara; hop, dizilsin önüne. Sonra Twitter var, ruh halini öğrenebildiğimiz. Nerelere mi gidiyormuş? Aç Foursquare'i, şu anda nerede ne halt ediyor, şıp diye bul. 

Nelere gülüyor, neleri beğeniyor, hangi müzikleri dinliyor? Last.fm, Youtube ve yine vazgeçilmez Facebook yetişiyor imdadına. Profili mi kapalı? Korkma, dünya küçük. Bir sürü ortak arkadaşınız var. Arkadaşın Foursquare'inden bak en son gittiği yere. 

Ne oldu, çabuk mu sıkıldın? Çıkar arkadaşlıktan, görünmesin gözüne. 

---

Yolda karşılaşırdık eskiden, sonra okulda görürdük... Evden çıkmalar heyecan, okulun kapısından girmek heyecan, ota püsüre heyecan yapardık işte. Gençtik, ergendik, kanımız deli akardı işte, bilirsiniz siz de.

Malum olurdu sonra, "bak, a-ha şuraya yazıyorum, bugün göreceksin onu, hissediyorum" derdi yakın arkadaş. Süslenmekten ilk dersi kaçırırdık. O zamanlar muallaktı her şey. Hayat sürprizlerle doluydu. "Ya onu görürsem" diye bakkala giderken bile şöyle bir saçımızı başımızı düzeltir, hele de iş bir okul toplantısıysa, yüreğimiz ağzımıza gelirdi. Öyle check-in falan yok tabii o zamanlar. Geldi mi gelmedi mi diye yüreğimiz ağzımıza gelir, etrafa bakınmaktan şaşı olur, ne dinlediğimizden ne konuştuğumuzdan bir şey anlardık.

"Hoşlandığımız çocuk" okuldansa anasını babasını tanır, nerede oturduğunu bilirdik ama yine de aslında bir şey bilmezdik hakkında. Birisinden hoşlanıyor mu, sevgilisi var mıymış, burcu neymiş, nerelere takılıyormuş, yakın arkadaşları kimlermiş derken kovalardı birbirini okul günleri. Hakkında öğrenilen en ufak bilgi gündemimizin orta yerine otururdu.

O zamanlar herkes her şeyi bilmezdi ama iki insan yan yana gelince yüreğini açardı birbirine. Sevdiklerimizi, sevmediklerimizi tek tek, uzun uzun konuşurduk. Öyle bir tık mesafede değildi insanların müzik arşivleri. Evine gidersen görürdün nesi var nesi yok.O da artık bir arkadaş toplantısı veya doğum günü olursa...

Yavaş akardı bu yüzden zaman. Sindire sindire yaşardın ilişkileri. Böyle şimdiki gibi çat diye bitmezdi... 

Şimdilerde hepimizin bir tuhaf olması bundan. Her şeyimiz ortada ama yüreğimizi koymuyoruz hiç masaya. Çiğnemeden yuttuğumuzdan; sindirmeden, vücudumuza işlemeden kalıp halinde atıyoruz içimizden. Bu nedenle aklımızda kalmıyor, çabuk unutuyoruz...

Ben mi? Ne içindeyim, ne de tamamen dışında. Şükür, yüreğimi açabildiğim insanlar hâlâ yanımda.

İndirin silahları!

Korkup kaçtıklarım, büyük konuştuklarım... İndirin silahları. Teslim oluyorum. Zannettiğiniz kadar iradeli, tutarlı değilim işte. Bir süredir kendimle cenk edip duruyorum. O kadar beceriksiz davranıyorum ki, geçmiş savaşlarımdan hiç ders almadığımı anlıyorum.

Hava soğuk. Kendimi iyi hissetmiyorum. Pek güzel zamanlarda değilim, ne yazık. Oysa ne severim yağmurlu ve soğuk havalarda evde, yorgan altında filmler izlemeyi. Şimdi evin içinde ne yana gideceğimi bilemeden dolanıyorum. Ezan sesi duyuluyor. Yağmurlu havada sokağın sesi bir başka gelir ama bugünlük umrumda değil. Müzik açmadım. İyi böyle. 

Sessizlik... Bir süre konuşmasam, anlatmasalar, dinlemek zorunda kalmasam... Yorgunum. Yorgun, uykusuz olduğum zamanlar daha çok konuşur, daha çok güler, bildiğin gevezelik yaparım normalde ben. Sanırım bu başka bir yorgunluk.

Yalnızım. Dev bir yalnızlık... Birkaç eski dostun yakınımda bir yerlerde olması kendimi biraz olsun güvende hissetmemi sağlasa da aslında sonsuza dek süreceğini hissettiğim bu içsel yalnızlığın beni zannettiğimden de fazla yorduğunu görüyorum son günlerde. 

Sırtımda bir kambur; nereye gitsem peşimde. Ne zaman varlığını unutup sağlam bir insan gibi hareket etmeye kalksam, hemen canımı yakıp hissettiriyor kendini. "Ben buradayım, beni unutma, güvenme kimselere, sen ve ben, ikimizden başka kimse yok aslında" diyip göğe savuruyor bütün silahlarını. Okları göğsüme, kollarıma, bacaklarıma saplanıyor. Yaralarımı sarıp, saklayıp karışıyorum aranıza. Sıkıyorum dişlerimi ve gülümsüyorum. Güldüğümde size güller açıyor, bana dikenleri ile savaşmak kalıyor. 

Eninde sonunda şehit düşeceğimi bildiğim bu harpte, güreşe doymaz yenik pehlivan inadıyla onlarca yeni muharebeye çıkıyor, hepsinde daha da derin yaralar alıp, bir savaş gazisindeki derin inançla düşmana savuruyorum elimdeki çapayı, küreği; artık elimde ne kaldıysa. Sonra yorgun düşüyor, yığılıveriyorum aynanın karşısında yere.

Sonra yeni bir gün başlıyor. Güneş de doğmuyor ki anasını satayım bu havalarda. Anca kazma kürek yaktırıyor. Haftalar ile aylar kovalarken birbirini, yılların eli armut mu topluyor? O da katılıyor düzene. Benim günlerim de böyle böyle geçiyor işte.