Ne ki şimdi bu?

Bu blog 2005 yılının Mayıs ayından beri tutuluyor. Kayıtların bir kısmı elimizde olmayan nedenlerle silindi. Kullanıcı Blogger ailesine 2008 yılında katılmış gibi görünüyor olabilir, siz ona inanmayın. Hem yazı hem fotoğraf olsun, bu ne kuru blog derseniz sizi Çalışmak Adamın Karakterini Bozar adlı Tumblr blogumuza alabiliriz.


Salı, Mayıs 29, 2007

naciye

hande yener'in nasıl delirdim adlı albümünde duyar duymaz tekrar tekrar dinlemelere doyamadığım parça.

zaten seyyal taner'i de küçükken çok takdir ederdim. bir de şık latife parçası vardı ayşegül aldinç'in, ki o parça da bana aynı naciye gibi fahriye abla duygusu yaratırdı...

sonra müslüm gürses'in aşk tesadüfleri sever albümünde sezen aksu ile müslüm gürses'in düeti, sebahat abla çıktı karşıma yanına mahallenin delikanlısı eşref abi'yi de alarak.

yıllar geçiyordu ve zaman naciye'yi yaşlandırıyordu. lakin o hep mahallenin hep en ünlü kadını olarak yıllara meydan okudu, üstüne türlü türlü giysi diktiler, değişmedi...

bu albümde de üzerine binbir türlü şey dikmiş olsalar da gözümde hala aynı, hala güzel... vaktinde, evimize gelen tombul teyzelerin yıllar geçtikçe iyice etlenen baldırları, popoları ve göbeklerine rağmen yine de hala körpe, gelinlik çağında bir genç kız edasıyla holde bir o yana bir bu yana kırıtarak narin bilekli ayaklarıyla parmak uçlarında yürüyüşleri gibi zarif ve alımlı...

not: bir de farkettiniz mi bilmem, hande yener parçayı tam bir ayşegül aldinç havasında söylemiş. ki hande yener'in şarkıcılığını da beğenirim ben ama bunu bana albümden bağımsız olarak dinletseydiniz ve ayşegül aldinç bak neyi söylemiş deseydiniz aynen yerdim. (özellikle nakarat kısımlarına dikkat edin)

ek: süreyya'yı da yabana atmamak lazım tabi... o da yan mahallenin kızı sonuçta

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

nasıl delirdi?

yıllar önceydi... acele etme diye bir parçası vardı ki, arka ofiste radyo dinlerlerken bu parça çıktığında kendi odamdan ışık hızıyla oraya geçip radyonun üzerine bir bengal kaplanı gibi atılır, radyoyu değiştireceğim diye basmadığım düğmesini bırakmazdım. o derece sinir yaptırırdı bu parça ve hande yener bende.

hele ki her cümle başlayışında duyduğum nefes sesi iliklerime kadar titrememe neden olur, "bu kadının neresine bayılıyorsunuz?" diye sorarak geceler boyu süren kabuslarıma bir cevap aranırdım.

kaydın kötülüğünden midir bilinmez ama her cümleye başlayışında yani
"acele etme (nefes) bu aşk dediğin (nefes) biraz zaman alıyor (nefes) ..." diye giden bir parçanın günlerce en çok çalınan parça olması varlığımı sorgulamama sebep olurdu, o derece.

sonra bir gün apayrı diye bir albümü çıktı. albümü nasıl ve nereden edindiğimi anımsamıyorum ama kendi imkanlarımla sağladım sanırım.

kim bilebilir aşkı diye parçasını dinleyip bunda bir iş var diyerek tüm parçaları dinlemeye yeltendiğim anımsıyorum sadece. "gönül su bende, yazı yazılamaz. unutulan aşkın yası tutulamaz. ne git dedim, ne de kal. sevene kelepçe vurulamaz" diye sözleri olan bir kelepçe parçaya klip çekildi önce. sonra bu klip versiyonunun üzerine clup versiyonu da kulağıma çalındı.

"bu kız saf, kötülük yok içinde" diyordu parçada.. "
sıkılmıştı zaten inadından, düşen bin parça asıl suratından" diye gidiyordu. (cümledeki düşüklük ayarmatör söz yazarlarını pek sevindirmişti üstelik)

bense "nasıl zor şimdi tanışmak başka biriyle, yeniden kurmak o devrilen cümleleri... anlatmak kendini, ilk kez anlatır gibi, dinlemek herşeyi, unutması zor olsun diye" bir parçayla kabullenmiştim hande yener'in varlığını. öyle ki, "sevdiğim film hangisi, en sevdiğim şarkı, şiir, şair, yazar, çizer, siler, bozar zamanın silgisi. silse yine iyi. tükenmiş bir kalem inadında kalır izi, sen boşver, sen. boşvermez bizi" diyordu "nasıl zor şimdi" diye ekleyerek.

tam da ben "yeniden birine nasıl..." diye kıvranırken.


sonra hande kızımız delirdi ve "nasıl delirdim" diye bir albüm çıkardı. "kavga etmez, sever beni romeo. sabaha kadar kucaklar beni romeo" diye haykırdı bu albümünde, kendi romeo'sunu bulmuş olmanın sevinciyle.

üstelik kimseye hesap vermesi gerekmediğini de onunla ilgili sorulan sorulara gerektiği kadar yanıt vererek, "
garson o, ehehe, garson işte, garsoon garsooon" diye suratına düzenli aralıklarla gerçeği vurmaya çalışan insanlara da eline mikrofonu alıp naciye parçasını söyleyerek. (bkz: #10909930)


kendini, varlığını geçmişini inkar etmediğini söylüyor işte hande yener naciye parçasını coverlayarak.

hakkında atıp tutulan bin türlü fikrin karşısında da son olarak okan bayülgen'in programında izlediğim kadarıyla da gülüp geçiyor, susuyor.

doğru adamlarla çalışıyor, doğru kararlar veriyor ve içinde olduğunu iddia edip durduğumuz varoş ruhunun tam aksi bir ruh yapısında olduğunu kendi "handeland"inin hakimi olarak gösteriyor.

kendini çirkinleştirmekten korkmayarak ağzı 5 karış açıp kaset kapağı fotoğrafı çektiriyor. son albümünün ilk klip parçası kibir'de şekilden şekle giriyor. (kelepçe klibinin yönetmeni ile tekrar çalışmış)

kafamıza vura vura fikirlerimizi değiştiriyor. zira kendisi bir gün beni enteller de dinleyecek derken sınıf savaşında olmadığını, müzikal anlamda başka bir yerde olduğunu söylüyordu bence. ilk albümlerinde eline geçiremediği gücünü şimdi geçirdiği için de son iki albümünde tokmağı geçiriyor kafamıza.


oben budak'ın (ismini anımsamıyorsunuzdur, zira kendisi bir müzik eleştirmeni değildir *) albüm hakkında sabah gazetesinin cumartesi ekinde "2002-2003 müzik soundunu 2007 model albümünde taşıması garibime gitti" demesi ise bence talihsiz bir açıklama. zira albüm için bunca parayı döken erol köse bu kadar şeyi kabul ettikten sonra sound konusunda da eminim ki hande yener'i kısıtlamaya kalkmamıştır. bu hande'nin müziğidir ve handeland'indir. yiyen yer, yemeyen paket yaptırıp küçük oğluna götürür.

üstelik 80'lerin disco/dance müziğini evirip çevirerek önümüze koyan madonna nasıl ki bu tarzın yeniden tutulmasını sağlıyorsa hande'de de aynı gücün olduğuna inanıyorum türkiye'de. zaten müziğini de demode bulmuyorum.

şimdi uzun zamandır klasikler haricinde pek yüzüne bakmadığım türkçe müzik arşivime bir albüm daha ekliyorum keyifle.

*

ek olarak; romeo genç, romeo güçlü. sabaha kadar da kucaklar onu romeo, romeo.

eğer ki çocuk kalkıp kendisine "ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı. yalnızlık bitti, sil gözyaşlarını!" demişse de bizi neden geriyor romeo?

şahsen ben oğlanı beğendim. yani yiğidi öldür, hakkın yeme, güzel çocuk. tabi ben olsam gider bana yazılırdım ama kızımız, onu seçmiş.

hoş, arkadaşlar arasında benim için sawyer gibi çocuk derler ama kısmet işte. çocuklar birbirlerini görmüş, beğenmiş. bu durumda bize de bok yemek düşer.

Pazartesi, Mayıs 21, 2007

geçen hafta en çok dinlediklerim

malum, günlerden pazartesi. last.fm bize geçen hafta en çok neler dinlemişiz onu söylüyor. bakalim bi'
(listeden anlıyoruz ki, m ve n harfinden seçilmiş isimler şarkıcı/grup için yararlı. zira bu hafta içinde listede yer almayan ama gönlümüzün efendileri madonna ve michael jackson da aynı derecede en sık dinlenilenler arasında...)

1. sırada nat king cole var. 205 kere dinlemişim kendini. zira 32 tane canlı performansını buldum geçenlerde. bu yüzden hem şevkle hem de gazla duraksız dinlemişim albümü.

2. sırada 102 parça ile bu listenin müdavimi morrissey var ama bu sefer tüm albümlere değil de "you have killed me" ile "i will see you in far off places" parçalarına takıldığımdan...

3. sırada 86 parça ile portecho var. bu da aynı hafta içinde bir konserlerine daha gitmiş olup aldığım gazdan kaynaklanıyor. grup ile tanışalı çok zaman olmadı ama yaşayan gruplar arasında en sevdiklerime kısa zamanda girebildi, ki zaten onlar için şöyle bir şey yazmıştım bir konserlerinden çıkışta. (bkz: #10714099)

4. sırada radiohead 80 parça ile listemize katılmış ama az bile demek istiyorum... (:

5. sırada ajda pekkan 70 parça ile kim olsa anlatır demiş.

6. sırayı Marilyn Monroe, goodbye, primadonna albümü ve tekrar tekrar dinlenen 70 parça ile ajda pekkan ile paylaşıyor. zira vaktinde marilyn'in en ünlü filmlerinde söylediği parçaların orijinal kayıtlarından bi derleme olan bu albümde "diamonds are a girl's best friend" ve sırf lolita kelimesini telaffuzundan dolayı onlarca kez tekrar dinlediğim "my heart belongs to daddy" parçası yer alıyor... ah, dinledikçe daha da iyi anlıyorum. bjork bu kadının söyleyişini taklit ediyor. su içinde bin lirasına iddiaya girerim (:

7. sırada Massive Attack 54 parça ile yer alıyor ama yine az bile demek istiyorum. uzun yıllardan beri hiç sıkılmadan dinlediğim bu adamları ne kadar övsem az... hiç dinlemediyseniz bile mezzanine albümü müptelası olmanıza yeter...

8. sırada 49 parça ile Nirvana var... vaktinde mtv'de kurt ile şarkılar söylediğimiz unplugged albümü ile.

9. sırada Gotan Project. 42 kere dinlemiş, kendimizden geçmişiz kendileriyle.

10. sırada 40 kez dinlenerek
City Hunter OST ilk defa bu sıralamaya girmiş. hayırlısı olsun diyoruz. (:

tabii bu arada listeye girememiş ama son zamanlarda beni pek bi eğlendiren ve yönetmenliğini emir kusturica'nın yapmış olduğu black cat white cat yani kara kedi ak kedi filminin müziklerini yapmış No Smoking Orchestra'nın müzikleri var son dinlediklerim arasında.. filmin soundtrack'ini dinlemenizi tavsiye ederim. listenize hemen ekleyin...

Cuma, Mayıs 18, 2007

yaratım süreci çok sancılıydı

geçen günlerden birinde bir kısa film izledim, aklıma geldi. genç bir yönetmen ile genç bir senaristin ilk bir kaç filminden biri sanırım. kaçıncısı olduğunu bilemiyorum, ki zaten ayrıntısı bizi çok ilgilendirmiyor.

yine yaratım süreci çok sancılıydı türünde filmlere bir örnekti.

işte tam bu noktada kafama takılan soruya geldik: hep merak ederim ben... bütün genç yönetmenler/senaristler neden henüz biz yarattıklarına daha tam vakıf olamamışken hemen sorunlarını anlatmaya başlarlar ki?

yahu biz önce güzel şeyleri izleseydik... çiçekler olsaydı, böcekler olsaydı, insanlar birbirini sevseydi, dövüşmeselerdi.

ama olmaaazzz...
hemen bi hayat ne tuhaf, vapurlar filan tripleri ... nedir yani?

oysa dostluklar da böyle başlamaz mı azizim? önce güzel şeyleri paylaşırsın, unutulması imkansız güzel hatıralar biriktirirsin, el ele kırlarda koşarsın neşe dolu yüreğinle; ardından zamanı gelince başa gelen derde ortak olursun yaşanan güzel günlerin hatrına. diiğğ mi efendim, diiiiğğ mi?
halbusi hepimiz kısayız, hepimiz filmiz...

yine mi güzeliz, yine mi çiçek?

şu "yaratım süreci çok sancılıydı" hadisesi ise ayrı bir mesele tabi. onu başka bir başlıkta incelemek lazım ama hazır ekşiye yazmışken buraya da yazayım

sanatçı yahut sanatçı adayının yapıtını eleştirmenlerle ve/yahut izleyici/dinleyici/okuyucularıyla paylaştıktan sonra konuyla yani "yaratım süreci nasıldı?" benzeri soruya karşı verdiği klişe cevaptır bu.

ama baksanıza efendim, adamın paçalarından akıyor yaratıcılık aslen. bir anlamda adama hak vermemek de elde değil. teşbih desen var, tespit desen var, hatta kimine göre teşbih i beliğteşbih i mubalağa dahi var. metafor desen, kralını yere serer. (artık dalgasını geçiyoruz ama bunu kullanarak kimleri ne sancılara sürüklemişlerdir vaktinde, bir düşünsenize. (smiley was here)

sanatçı kıvrım kıvrım kıvranmayacak da biz mi kıvıracağız bu işi? peh peh peh...


yazı ile ilgili seçtiğim görsel hakkında
:

yani:
"less is more"
yani
"az çoktur"
yani
"basit, hoştur".
yani:
"kısa iyidir"! (:
kimine göre de

sanal alemin sanal tanrıları üzerine

bu gün buraya alakasız, hastane adında bir öyküyü koyacaktım aslında lakin gider ayak sosyomat'a uğradığımda gördüğüm bir etiket dikkatimi çekti ve yapışırverdim.

etiket başlığı ve içeriği aslında aklımda olan bir yazı ile ilgiliydi. yani ben daha önce yazmak istiyordum bu konu ile ilgili.

sosyomatta kısa zamanda popülarite kazanmış, her etikete tutunması ile ünlü sevdatremisu adlı arkadaşın bir yazısı da bahsi geçen etikette yönlü olduğundan eh, madem bu gün bize böyle bir yazı döşenmek kısmetmiş dedim.


etikete tek kişi yapışıktı ilk başta, yani kendisi. lakin sadece etiket olarak bakıldığında, yazıya gönderme olduğunu düşünmediğimizde anlamsız olduğundan gittim ben de yapıştım aynı etikete. sonra da başladım duraksız yazmaya. zira zaten konu ile ilgili çok fazla düşünmek gereksizdi... (:


sanal dünyanın sahte efendileri
sosyomat bu aralar teknik olarak pek çok hata verdiğinden bu ahkamım da ne yazık ki bir görünüyor bir kayboluyor. acep uzun mu geldi bilemiyorum ama refresh yaptığımda asıl post ettiğim yerde yani sosyomat etiketinde bir çıkıyor, bir siliniyor. oradan okumak isteyen biraz F5'e yüklensin yani

ahkam:

etikete tek kişi yapışık olduğunda anlamını yitiriyor ve sadece bunlarla ilgili olunduğu anlamı çıkıyor diye ben de yapıştım.
şimdi asıl anlamını buldu etikete yapışık kişi sayısı çoğul olduğunda (:

kim ilgili görelim bu tanrılarla...

konuya gelecek olursak;
bu tür mecraların en büyük ve en güzel özelliği kendini istediğin gibi pişirip istediğin gibi sunabilmen.

yani nasıl ki sosyomat ve diğer network siteleri için pilli ailesi yeni araçlar geliştiriyor, yeni yeni oyuncaklar pişiriyorsa biz de kendimizi içimize dilediğimizi katarak pişirebiliriz. bu kimine tuzlu gelir, uzak durur. kimine tatlı gelir, yanına yaklaşır, onu kavrar ve bir çırpıda miğdeye indirir.
kimisine çok tatlı gelir ve dilindeki tadın aşırılığından sebep ağzından çıkanlar da az biraz aşırı olur.

pişirdiğimiz bu sanal varlığın içine kattığımız malzemelerin değeri ise ancak ve ancak o malzemeyi daha önce bilen, tadına bakmış, hatta özümsemiş; belki bir hayat biçimi haline getirmiş insanlarla bilinebilr.
yani şimdi adamın eline tadına hiç bakmadığı bir meyveyi verirsen o da onun daha nasıl yenileceğini bilmediğinden ancak şekline, duruşuna, rengine bakarak yorum yapabilir, verdiği değer de ancak biraz önce belirttiğimiz nitelikler üzerinden olur. nicelik hakkında fikri olmadığından destursuz beyan eder görüşünü.

bilgiye açık bir insansa ve bi' gün o meyve hakkında bilgi sahibi olmak isterse; onu tatmayı gözü yerse alacağı tad ise geçmiş kültürel ve sosyal deneyimleri ile şekillenir. bu deneyimleri harmanlamak konusundaki becerisi ve sosyal duruşu neticesinde doğru yahut yanlış bir tanımlamaya/benzetmeye ulaşır.

yani: bilinen kadarıyla yapılan yorumlar bahsi geçen meyvenin değerini ne yükseltir, ne de düşürür; lakin algı farkından dolayı o meyveye bakış elbette farklı olacaktır ve kimisi için inanılmaz yararlı bir meyve olurken kimi zaman da ihtiyaçlar dahilinde esamesi dahi okunmayacaktır ve yine; kabuğundaki vitamin, bileşimindeki mineral yahut artık her neyse; onların değeri bilinmiyorsa sadece rengi ve kokusu dikkate alınacaktır.

bu tür sanal mecralarda da işte tam bu noktada görüntü girer devreye. görüntü illa ki burada fotoğraf ve benzeri şeyler olarak algılanmamalı elbette. kendini ifade etme biçimin her neyse o olarak bakılmalı. bu kimine etiket, kimine fotoğraf; kimine resim kimine göre de bir south park karakteri olabilir.

lakin: görüntünün işleniş biçimi ne kadar basit ve dolaysız olursa o kadar dikkat çeker ortalama deneyimler nedeniyle. zira hiç tanımadığınız bir fransız tiyatro oyuncusu eğer ki çok güzel/çok yakışıklı bir kadın/adam değilse bakan kişiye bir şey ifade etmeyebilir eğer o konuyla/fransız sinemasıyla/oyunculukla ilgili özel bir dikkati yok ise.

bu noktada varlığını bu tür sosyal mecralarda sürdüren ve hatta belki de çok önemseyen kimselere baktığınızda cevabı bulursunuz. olabildiği kadar yalınlardır.

bu tanrılar ulaşılabilirdir. zaten bu yüzden sanal dünyanın efendisi olurlar. halk onlara ulaşabilmek ister. o her yerde elini omzuna atabilmeli, gerektiğinde devreye girmelidir.

eğer haddiden fazla karmaşık ve yine haddiden fazla deneyim+bilgi gerektiren görüntüler verirse/ahkamlar keserse/etiketler eklerse de yavaş yavaş tebasını kendinden uzaklaştırır. bu konudaki kıvam kişinin kendisine kalmıştır.

şimdi karar verin: burada ne için varsınız ve sanal dünyadaki varlığınızı ne kadar önemsiyorsunuz? eğer bu sizin için mühimse tarifi dileğinize göre uygulayın.
afiyet olsun

(:

[neden yazdım? bilmiyorum. sevda'nın da diyorum.com'daki yazısını okudum bu arada.] linki de şu: sanal dünyanın sahte efendileri

[link vermeyi öğrenin anacım. uğraştırmayın biz tembelleri] (:


yazı ile ilgili seçtiğim görsel hakkında
: aklıma ilk olarak bu baltalı ilah geldi (: süper bir anti-kahraman olduğu için... süper bir beyne sahip... taktir ediyorum yaratıcılarını ve buradan kendilerini selamlıyorum. ha ayrıca yine buradan hazır selam lafı gelmişken, amcamgillerle kaynımgillere de selam ederim (:

yazıyı yazarken dinlediğim parça/lar:
Marilyn Monroe - Diamonds Are a Girl's Best Friend
Marilyn Monroe - My Heart Belongs to Daddy (björk bu kadını taklit etmiyorsa, ne olayım... bunun üzerine de yazacağım bi ara unutmazsam. unutursam siz anımsatın)
The Cult - Sacred Life (teşekkürler puxavida)

Çarşamba, Mayıs 16, 2007

beni şımartıyorsunuz!

ah evet... björk. son zamanlarda tekrar aklıma geldi nedense. kendimi bi' Atlantic'e bi' Bach Jools'a atıyorum...

kelimeleri söyleyişi o kadar farklı ki... sanki çiğniyor onları.

iyice sindirebilmek için baştan uzun uzun çiğniyor. sonra tabi onca çiğnediği için de söylediklerinin ne olduğunu çok iyi biliyor.

biraz sinirli belki ama ne dediğini biliyor kesinlikle.

bana gelince... yok efendim, canım falan sıkkın değil. yani bir süredir yazmayışımın canımın sıkkınlığıyla falan hiç alakası yok. hatta bomba gibiyim, yakında patlayacağım, o derece yani.

böyle bir neşe silsilesi, böyle bir keyif... nasıl anlatsam? hayatımın en mesut günlerini yaşıyorum desem yeridir. o açıdan da kıçımı kaldırıp şu nacizane bloga iki yazı döşenemiyorum. vaktim yok şekerim, ne yapayım? böyle elim sıcak sudan soğuk suya değmiyor. çevremde huriler, mevsim meyvelerini sunmuş ağzıma, bir ondan yiyorum, bir bundan...

sağ olsun, tüm dostlarım da hiç yalnız bırakmıyorlar beni. zaman ayıramıyorum kendime şekerim. bir bırakın, bi nefes alayım yahu.

insanın kendine özel zamanları da olması lazım. hiç saygı kalmamış efendim insanlarda. başımı kaşıyacak vaktim yok. bir taraftan kapı, bir taraftan telefon. iki ayağımı bir pabuca soktular sağ olsunlar.

sevgi, özlem de bir yere kadar. durun, özlememe fırsat verin. bakın özlediğim zaman ben nasıl arıyor, nasıl taciz ediyorum sizi bana yaptığınız gibi.

ah... beni şımartıyorsunuz dostlarım. bu kadar sevildiğimi, bu kadar özlendiğimi bilseydim hiç yanınızdan ayrılıp kendimi dört duvarlara kapatır mıydım zannediyorsunuz? bilakis, paspasınızda yatar, gelene gidene havlar, gerekirse istenmeyen misafirlerin paçalarından tuttuğum gibi silkekerdim.

ah, yapmayın rica ederim. çekiştirmeyin kollarımdan. inanın zamanım olsa kalmaz mıyım yanınızda sonsuza dek.

bu telaş niye? bırakın kendi halime beni. zamanı gelince paçalarınıza sürtünmeyi bilirim ben. iki mırrlar, iki miyavlar, anlatırım derdimi, müsterih olun. sizin bana bi isteğim, bi sıkıntım var mı diye sorup durmanıza hiç gerek yok. ben bir şey olduğunda sizi arar haber veririm.

merak etmeyin beni. ben hayatımda önemli bir gelişme olduğunda, ölürsem falan arar söylerim size.
yazıyı yazarken fonda çalan şarkı/lar: atlantic, bach jools

Çarşamba, Mayıs 02, 2007

Blog Kazanı

bir nev-i weblog dedikodu kazanı

blog kazanı ile ilgili bildirgeç'te yer alan bildiriyi "kazara" nahnu beyin kendisinin yapmış olması ile -zira bildirgeç'te günlük dışında bir yerde kendi reklamınızı yapamıyorsunuz- daha ilk günlerinde bir sürü hit almayı başarmış, eğer "körler sağırlar birbirini ağırlar"blogger ve blog okuyucusu için kaynak (yahut via/vesile mi demeliyim artık?) olabilecek, yeni blogları bizimle buluşturacak, bizim keşfettiğimiz blogları da okuyucular ile buluşturmamıza olanak sağlayacak samimi -buradan öyle göründü bi' an-, ilerde ne olacağı bilinmez yeni bir site; bir nev-i weblog dedikodu kazanı

şurada nahnu beyin bildirisi ve uçsuz bucaksız yorumlar yer alıyor. üşenmezseniz okuyun derim. yorumları okuduğunuz aralıkta -biraz uzun sürüyorlar da- eğer ölmez de sağ kalırsanız hedeflerini falan da öğrenebilirsiniz. ha, bu arada, yorumlardan anladığım kadarıyla google'ın kafa kadar reklamları hosting vs'yi karşılamıyormuş. P:

blog kazanı/@ekşi sözlük
mantığında olmaz ise bir çok

Salı, Mayıs 01, 2007

Global Warner - Siz de küresel uyarıcı olun

bir kişiyi daha uyarabilmek için bin mil daha!

küresel ısınma ile ilgili son zamanlarda, özellikle 2007 yılının başından beri oldukça konuşur olduk. neredeyse kış diyemeyeceğimiz kadar sıcak bir kış mevsimi geçirmemizin ardından dengeleri bozulan mevsim, eriyen buzullar derken son dönemde en çok konuşulan ve olmasından korkulan, daha şimdiden sinyallerini vermiş su sıkıntısı ile ilgili komplo teorileri ile birlikte küresel ısınma lafı herkesin diline günde en az bir kere değer oldu. işsizlik, ekonomideki ve siyasetteki gidişat ile birlikte vatandaşın üzerine bolca atıp tutacağı yeni bir konumuz daha oldu kısacası. eş-dost sohbetlerinde bol keseden siyaset yapıp, iş ülkenin geleceği için çok önemli ve basit bir görev olan oy kullanmaya gelince basireti bağlanan (!) insanlar gibi küresel ısınma da çok konuşulan ama onun için bir türlü, küçük de olsa adım atılamayan bir mesele oldu çıktı. zira, küresel ısınma için 5 dakika boyunca
tüm dünyada elektronik aletleri ve ampulleri söndürme günü türkiye'nin o zaman zarfı süresince en büyük elektrik tüketimi yaptığı hala küresel ısınma efsaneleri arasında baş sırada duruyor.

gelelim "peki gerçek anlamda küresel ısınma nedir, ne değildir? kendisi in midir, cin midir? bizim neslin aşina olduğu özal döneminde bol bol bahsi geçen ve şimdi sadece komik sitelerde animasyonunu gördüğümüz enflasyon canavarı gibi belimizi bükecek güce sahip midir?" kısmına..

küresel ısınma yenmez, içilmez bir tanım aslında. küresel-ısınma.org'da da belirtildiği üzere;

İnsanlar tarafından atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor.
Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor.Ama son dönemlerde fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi. bilimadamlarına göre işte bu artış küresel ısınmaya neden oluyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ila 0.8 derece kadar artığını gösteriyor.

eteklerimizin bu kadar tutuşmasının başlıca sebebi ise; bilimadamlarının son 50 yıldaki sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde farkedilebilir etkileri olduğu görüşünde olması.

peki bunun için neler yapabiliriz?

aslında yapılabilecek en iyi şeyler şu an modern dünya için sadece komik birer ütöpya olarak adlandırabileceğimiz, bilgisayarlarımızı ve etrafımızı çepecevre saran elektronik aletlerimizi kapamak, doğayla dost, saf kumaşlardan üretilmiş kıyafetler kullanmak, parfüm vb. ozon tabakasına zararlı olan her üründen uzak durmak, hatta ve hatta bünyeyi tümden kapatıp bodrum'a hormonsuz domates yetiştirmek için yerleşmek.
elbette yaşadığımız yüzyılda, hele hele zamanın deli gibi aktığı istanbul gibi bir metropolde yaşayan ben ve benim gibiler için bunlar uygulanması neredeyse imkansız çözümler, lakin yapabileceklerimiz sadece bunlarla sınırlı değil.

işte bu noktada çözümsüz bünyeler için düşünen, çalışan, aktaran, elinden geleni yapmaya hazır gönüllü global warner'lar devreye giriyor. türkçesi: küresel uyarıcılar.

pilli ailesinin ve çeşitli sanatçıların da desteklediği globalwarner.org'da "daha temiz bir dünya için söz vermek" üzerine şimdiye kadar bir çok insan toplandı. 28 nisan'da kadıköy'de "başka bir enerji mümkün" ve her ne kadar yeterli bulunmasa da "türkiye kyoto protokolü'nü imzala" diyen gönüllü global warner'ların desteği ile bir miting
yapıldı.

elbette yıl içerisinde bu mitingi takiben bir çok etkinlik yapılacak ama amaçlanan ve projenin bel kemiğini oluşturan hareket ise "çalışmalarına Türkiye’de karadan başlayıp, daha sonra tüm dünyayı küresel ısınmaya karşı uyarmak, bu konuda bilinç oluşturmak amacıyla yola çıkacak bir yelkenli".

3 kişilik tayfası ile 2007 yılı içerisinde İstanbul’dan hareket ederek tam bir dünya turu atacak ve 3 yıl sonra 2010 yılında, İstanbul, Avrupa Kültür Başkentiyken geri dönecek olan bu yelkenli bireysel çevre duyarlılığını bir insanlık geleneği haline getirmek istiyor.

eğer siz de çocuklarımıza dünyayı yaşanır bir yer olarak bırakmak istiyorsanız yapabileceklerinize bakmak için şurayı tıklayın.