Ne ki şimdi bu?

Bu blog 2005 yılının Mayıs ayından beri tutuluyor. Kayıtların bir kısmı elimizde olmayan nedenlerle silindi. Kullanıcı Blogger ailesine 2008 yılında katılmış gibi görünüyor olabilir, siz ona inanmayın. Hem yazı hem fotoğraf olsun, bu ne kuru blog derseniz sizi Çalışmak Adamın Karakterini Bozar adlı Tumblr blogumuza alabiliriz.


Perşembe, Ekim 25, 2007

yazma üzerine (1)

aslında aradan o kadar zaman geçti ki, buraya ne üzerine yazmam gerektiğini bile bilmiyorum. sadece artık bir yerden başlayıp devamını getirmem gerektiği kanaatindeyim. şunu anladım ki, weblog olayından bir kere uzaklaşınca tekrar geri dönüp kaldığın yerden dağınıklığı toplamak zor oluyormuş.

bu dağınıklığın en büyük sebebi de aradan geçen zaman zarfında yaşanan şeylerin güncelliğini tümüyle yitirmiş olması. misal, ramazan ayı süresince yazacak o kadar çok şey oldu ki, hangi birini yazacağımı bilemediğimden ve üzerine üstlük zamanım olmadığından tek kelime geçemedim buraya. sonra bayram geldi çattı, yine boşluk.

ramazan bayramının ardından hummalı şekilde girilen yoğunluk ise işlerin iyice sarpa sarmasına neden oldu. peki şimdi elimde yazacak ne kaldı? hiç. elbet söylenecek çok şey var ama önce yeni gönderi düzenleme sayfasında yazmaya alışmam gerek. word dökümanlarından kopup, vuruş sayısı hesaplamadan özgürce yazmak yani.

bilmiyorum buna ne kadar zaman içinde alışırım ama eğer beceremezsem söyleyin, keseyim burada ilişkimi blog ile. zira artık her kime yazıyorsam tatmin edememeye başladığımı hissettim. oysa çok yakın bir zamanda daha önce yazdıklarını takip ettiğim birinden gerçekten gururumu okşayan pek güzel bir mail almıştım.

eğer ki gazla, benzinle çalışıyor olsaydım sanırım o maili alır almaz döşenmeye başlardım burada bir çok zırva. fakat derdimin beğenilmek de olmadığını anladım o mailden sonra maile cevap verip, internet görüntüleyicimi kapatıp word dosyalarına gömülünce.


derdim ne bilmiyorum gerçekten. güzel yorumlar geliyor yazma eylemime karşılık. fakat eğer o da tatmin etmiyorsa beni ne tatmin edecek? bir oyuncu, müzisyen alkışlarla, bir yazar okuyucularıyla mutlu olur... diye bilirdim.

tatminsizlik! evet, günümüzün hastalığı.

uzaklaşıyorum gitgide yazmaktan... bu yüzden korkuyorum. korktuğum için de yazmaktan kaçıyorum. bir gün artık yazamamaktan, artık yazacak bir şeyim olmamasından, söyleyecek sözümün kalmamasından korkuyorum.

ve belki de bu yüzden sözlerimin bitmesinden korkarak yazmıyorum.


illüstrasyon: Rachel Salomon

Perşembe, Haziran 07, 2007

imtiyazlı gazetecilik

kötü sözler söylemekten kaçınarak diyebilirim ki; ayşe arman, ebru drew ve benzeri köşe yazarları aslında kimi gazetelerin arka kapak güzeli eksikliğini gideriyor. ha, kapakta da yaz-kış bikinili bir güzel var derseniz, yetmiyor demek ki derim.

çoğu zaman anlatım dili olarak da bize yeni ufuklar açmayan, yazarlık adına da bir işaret göstermeyen bu yazılar tahmin edildiğinden daha fazla okunuyor. özel hayata gösterdiğimiz ilgi buradan rahatlıkla anlaşılabilir. nitekim daha düne kadar adını duymadığımız bir kadının özel hayatı hakkında belki yan komşumuzdan daha çok bilgi sahibi oldukça, gelişmeleri de aynı oranda merak etmeye başlar ve takip etmeye devam ederiz.

(2007 Pirelli Calender)


"modern toplum" diyerek mahrem ve özel bırakmayan yayıncılık anlayışı magazin haberciliğini nasıl ki zirveye taşıdıysa bu tür köşecilik anlayışının da aynı şekilde zırtını sıvazlamakta olduğundan onları takip etme sıkıntısı yaşamıyoruz çünkü artık onlar her yerde.

lakin ilginç olan ve aklıma takılan şu ki,bu kızlarımız neredeyse takvim yöntemi ile aile planlamasını yapabileceğimiz oranda özel hayatının ayrıntılarını verirken bir başka "erkek" köşe yazarının yazısında sevgilisiyle girdiği halvete dair en ufak bir emare görülürse neler olabileceği.

nitekim, modenlik çatısı altında bir gazete köşesinde erkeği hatta erkeklerinden bahseden bir kadın olabiliyorsa bu toplumda, aynı şekilde modern yaşam biçimini çok daha önceden yaşama hakkını ataerkil düzenden dolayı alan erkeğin (örn: erkek "çapkın", kadın "yollu") kadın ya da kadınlarından bahsetmesi neden ayıp sayılsın? öyle değil mi efendim?

şimdi ben erkek olsam ve
gece & şehir başlıklı köşemde kadınımı kastederek:


"akşam ortaköy lucca'ya gitmek üzere sözleştik yeni kadınımla. yine en sevdiğim dekolte tiril tiril elbisesini giyinmiş gelmiş.

pürüzsüz bakacakları kumaşın altından bile ben burdayım derken, nefes alıp verdikçe inip kalkan göğüsleriyle gözlerimi de yuvalarından fırlatıyor gibi ama söz verdiğim üzere yazımı yazmak için zoraki de olsa bu mekanda bir kaç saat bulunmamız lazım. malum, iş herşeyden önce gelir. lakin resmen elim işte, gözüm oynaşta.

hatun önümde kıvrıla kıvrıla dansettikçe ter basıyor beni ve bir fırsatını bulup aşk yuvamıza dönüp onu sabaha kadar kucaklamak istiyorum fakat o da ne? yaz tatili sebebiyle ülkesine dönen; bu kısa sürede istanbul'un altını üstüne getiren sosyetenin ünlü simalarından ve iş dünyasında hatrı sayılır kişilerden birinin kızı olan
x de mekanı şerelendirmez mi? (bkz: x e değer vermek)

ne yazık ki kız arkadaşımın dayanılmaz işvesi dahi bu anları kaçırmama engel değil çünkü
x'in kolunda en az kendisi kadar ünlü ve üstüne üstlük evli olan bir adam var..."

diye giden ve her seferinde bir yolunu bulup konuyu yeni kız arkadaşıma getiren magazin fısıltılı yazılar ile o köşede ne kadar barınabileceğim ve hatta "kimi" kadın köşe yazarlarının anlaşılmaz seksist tavırlarından farklı olmamasına rağmen bu tür yazılarla yine onlar tarafından "kadını bir cinsel meta olarak gösteriyor" olmaktan dolayı kaç gün içinde topa tutulacağım ise ortalama bir zekayla dahi anlaşılabilir.

demem o ki, drew'in yazılarından (!) yola çıkarak öne sürdüğüm çifte standart hayatın her tarafında varken, bu çifte standardın odağının sadece kadınlar olduğunu düşünmeyin.

iki tarafın da belli konularda daha imtiyazlı olduğu apaçık. lakin bu imtiyazlar da duruma göre değişitiğinden kafamız iyice bulanmış durumda. kimi zaman gelenek öne sürülüyor, kimi zaman modern toplum. sonuç her halükarda yanlı olduğundan bunu sorgulamak da benim gibilerin zamanını almaktan başka bir işe yaramıyor.

sözün özü: anladık, hepiniz özgürce sevişiyorsunuz, ki zaten sevişin de, laf eden yok. sonuçta tüm dünya o şanslı spermlerin ürünü. lakin herkesin yaptığı bir şeyi mühim bir bilgiymişçesine önümüze sunmanızın anlamını kavrayabilmiş değilim. üstelik yaşadığınız aşkın büyüklüğünü sevişme sıklığını bir şekilde ortaya koyarak ispatlamak içinse bunlar, çok daha yazık. işin en kötü tarafıysa yine gerçekten keyifli şeyler yazanları tenzih ederek söylemeliyim ki, ne yazım diliniz ne de ifade etme biçiminiz güzel.

"samimi olayım" derken sululuğa, "sulu olmayayım, elit görüneyim ki yollu demesinler" derken yüksekten bakan tavra kaçan, bir türlü orta yolu bulamayan üslup sıkıntılarınızı her gün yalapşap gazeteye yazdığınız yazılarla değil de, gece gezmelerinden ve sevişmekten fırsat buldukça bol bol okuyarak ve bol bol yazarak çözüm bulsanız belki bu tür gazetecilik/köşe yazarlığınız daha sevimli görünecek ve daha olumlu bakacağız. lakin siz kendinizi geliştirmek yerine okuyucuları salak yerine koymaya devam etmeyi tercih ediyorsunuz ki, kimse salak değil.

siz nasıl ki "ahahaaa... bugün de sallamasyon bir yazıyla günü kapadım" derken, biz de "ahahaha, yine saçma sapan bir şeyler yazmış" deyip sizler hakkında üstte belirtilen türde yorumlarda bulunuyoruz. haberiniz olsun (:
yazıda kullanılan görsel: 2007 Pirelli Calender
yazıyı yazarken dinlediğim müzik: Beborn Beton - Tales from Another World

Cuma, Haziran 01, 2007

istanbul yeditepe

geçen günlerden birinde not defterimi karıştırıyordum. sayfalardan birine istanbul'un yeditepesini sırayla not düşmüşüm. hoşuma gitti. nitekim istanbulluyum diyenin dahi sırasıyla sayamadığı tepeleri güzel güzel yazmışım oraya nedense. yine geçenlerde bi arkadaşımla neden bilmem bu konuyu yani yeditepeyi konuşurken ninesinden duyduğu bir rivayeti anlattı bana.

haliç / gravür

rivayete göre bizans zamanında imparator şehrin belli bölgelerine etler astırmış ve asılan bu etlerin en son koktuğu yani en son bozulduğu yerler de istanbul'un yedi tepesi olarak ilan edilmiş.

aslında düşünülürse çok da mantıklı. neden derseniz; bu mantıktan yola çıkarsak: bu tepeler fiziksel hava şartları düşünülürse en yüksek olmasa da diğer tepelere nazaran daha rüzgarlı tepelerdir, zira açık havada duran etlerin bozulmaması için biraz soğuk hava dalgası hoş olur. bereketli tepelermiş, vesselam...

ha tabi madem bu kadar konuştuk, tepelerin hangileri olduğunu da yazsak hiç fena olmaz.
(biz vaktinde sunay akın'la istanbul hakkında sohbetler ederken (derslerde) onunla bu tepeler hakkında oldukça anı/anektod biriktirmiştik lakin şu an için notlarıma ulaşamadığımdan elimizdeki bilgilerle yani murat belge'nin national geographic türkiye için yaptığı liste ile yetineceksiniz) (:

1 (akropol/topkapı sarayının bulunduğu bölge)

yedi tepe’nin ilki, sarayburnu'ndan içeri doğru yükselen ayasofya'nın, sultanahmet camisi'nin ve topkapı sarayı'nın bulunduğu yükselti. burada ayasofya ile sultanahmet camii’ni görürüz. 17. yüzyıl başında sedefkâr mehmet ağa’nın yaptığı sultanahmet camii` dünyadaki tek altı minareli cami özelliğini taşıyor.

2 (çemberlitaş)

ikincisi nuruosmaniye külliyesi'nin bulunduğu, çemberlitaş'ın yer aldığı yükseltide yer alan bizans'tan kalan konstantin sütunu, bugün de kent silüetinde kendini belli eden bir biçim olarak karşımıza çıkıyor. ama daha belirgin olarak nuruosmaniye camii’ni görüyoruz. i. mahmut zamanında başlayıp iii. osman zamanında biten cami osmanlı barok tarzını yansıtır ve sinan ustanın eseridir.

3 (kapalıçarşı'nın bulunduğu yer)

ücüncüsü istanbul camilerinin en görkemlisi süleymaniye, istanbul üniversitesi merkez binası olan eski harbiye nezareti'nin bulunduğu yeri de içine alan üçüncü tepede yer alıyor (beyazıt kulesi ve camisiyle yan yana). mimar sinan’ın bu kentteki en anıtsal eseri dört minaresiyle görkemli bir manzara çiziyor ve kanuni sultan süleyman’ın yüceliğini dünyaya ilan ediyor.

4 (süleymaniye'nin bulunduğu yer)
dördüncüsü, unkapanı-yenikapı hattında bir vadi geçer ve kenti adeta ikiye böler. güneyde lykos deresi vadisine ve aksaray'a doğru inen, kuzeyde dik yamaçlarla haliç sahiline kavuşan yerde yer alan dördüncü tepeyle üçüncü tepeyi valens kemeri (bozdoğan) birbirine bağlıyor. dördüncü tepenin üstünde bizans döneminde havariyun kilisesi varken, osmanlı döneminde onun yerini fatih mehmed'in camisi almıştır.

5 (fatih/çarşamba)

beşinci tepe haliç’in hemen kıyısından dik bir yokuşla yükselir. fener'in üstündeki, çarşamba’ya geliriz. yavuz sultan selim’in camisi bu tepenin üzerinde yapılmıştır. oğlu süleyman’ın saltanat döneminde tamamlanan caminin mimarı kesin olarak bilinmez; ama tarzı, fetih öncesinin osmanlı camilerini andırır.

6 (edirnekapı/caminin yanı)

altıncısı, kentin en yüksek tepesi edirnekapı’nın bulunduğu yerdedir. bu noktada, mimar sinan’ın kanuni’nin kızı mihrimah sultan için yaptığı mihrimah camii’ni görüyoruz. dört duvardaki dört büyük kemer kubbeyi destekler. bu planda çok sayıda pencere açmak mümkün olmuştur ve bu nedenle burası istanbul’un en aydınlık camisi ünvanını taşır.

7 (samatya)

tepelerin altısı haliç’e yakın sıralanırken, yedinci marmara'ya daha yakındır. aksaraymarmara sahiline kadar giden bölgede yer alan yedinci tepenin bir tepeden çok bir sırt olduğu da söylenebilir. sırtın en yüksek noktasında, sadrazam cerrah mehmed paşa’nın yaptırdığı cerrahpaşa camii görülür. erken 17. yüzyıl eseri olan caminin mimarı sinan’ın kalfalarından davud ağa’dır. semtinden surlara ve

yazıyı yazarken dinlediğim parça: biraz alakasız oldu ama dj jeff bennet'in 2005 yılının temmuz ayında yaptığı bir mix'i dinledim. istediğim türde görsel bulmak falan derken 1 saat'lik mix'in de çoğu gitti azı kaldı. vallahi herşey sizler için...


yeditepe inceleme: national geographic türkiye/murat belge


görsel: yazıda yer alan gravürlerin (haliç ve sultanahmet) kaynağı: www.megarevma.net/

Salı, Mayıs 29, 2007

naciye

hande yener'in nasıl delirdim adlı albümünde duyar duymaz tekrar tekrar dinlemelere doyamadığım parça.

zaten seyyal taner'i de küçükken çok takdir ederdim. bir de şık latife parçası vardı ayşegül aldinç'in, ki o parça da bana aynı naciye gibi fahriye abla duygusu yaratırdı...

sonra müslüm gürses'in aşk tesadüfleri sever albümünde sezen aksu ile müslüm gürses'in düeti, sebahat abla çıktı karşıma yanına mahallenin delikanlısı eşref abi'yi de alarak.

yıllar geçiyordu ve zaman naciye'yi yaşlandırıyordu. lakin o hep mahallenin hep en ünlü kadını olarak yıllara meydan okudu, üstüne türlü türlü giysi diktiler, değişmedi...

bu albümde de üzerine binbir türlü şey dikmiş olsalar da gözümde hala aynı, hala güzel... vaktinde, evimize gelen tombul teyzelerin yıllar geçtikçe iyice etlenen baldırları, popoları ve göbeklerine rağmen yine de hala körpe, gelinlik çağında bir genç kız edasıyla holde bir o yana bir bu yana kırıtarak narin bilekli ayaklarıyla parmak uçlarında yürüyüşleri gibi zarif ve alımlı...

not: bir de farkettiniz mi bilmem, hande yener parçayı tam bir ayşegül aldinç havasında söylemiş. ki hande yener'in şarkıcılığını da beğenirim ben ama bunu bana albümden bağımsız olarak dinletseydiniz ve ayşegül aldinç bak neyi söylemiş deseydiniz aynen yerdim. (özellikle nakarat kısımlarına dikkat edin)

ek: süreyya'yı da yabana atmamak lazım tabi... o da yan mahallenin kızı sonuçta

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

nasıl delirdi?

yıllar önceydi... acele etme diye bir parçası vardı ki, arka ofiste radyo dinlerlerken bu parça çıktığında kendi odamdan ışık hızıyla oraya geçip radyonun üzerine bir bengal kaplanı gibi atılır, radyoyu değiştireceğim diye basmadığım düğmesini bırakmazdım. o derece sinir yaptırırdı bu parça ve hande yener bende.

hele ki her cümle başlayışında duyduğum nefes sesi iliklerime kadar titrememe neden olur, "bu kadının neresine bayılıyorsunuz?" diye sorarak geceler boyu süren kabuslarıma bir cevap aranırdım.

kaydın kötülüğünden midir bilinmez ama her cümleye başlayışında yani
"acele etme (nefes) bu aşk dediğin (nefes) biraz zaman alıyor (nefes) ..." diye giden bir parçanın günlerce en çok çalınan parça olması varlığımı sorgulamama sebep olurdu, o derece.

sonra bir gün apayrı diye bir albümü çıktı. albümü nasıl ve nereden edindiğimi anımsamıyorum ama kendi imkanlarımla sağladım sanırım.

kim bilebilir aşkı diye parçasını dinleyip bunda bir iş var diyerek tüm parçaları dinlemeye yeltendiğim anımsıyorum sadece. "gönül su bende, yazı yazılamaz. unutulan aşkın yası tutulamaz. ne git dedim, ne de kal. sevene kelepçe vurulamaz" diye sözleri olan bir kelepçe parçaya klip çekildi önce. sonra bu klip versiyonunun üzerine clup versiyonu da kulağıma çalındı.

"bu kız saf, kötülük yok içinde" diyordu parçada.. "
sıkılmıştı zaten inadından, düşen bin parça asıl suratından" diye gidiyordu. (cümledeki düşüklük ayarmatör söz yazarlarını pek sevindirmişti üstelik)

bense "nasıl zor şimdi tanışmak başka biriyle, yeniden kurmak o devrilen cümleleri... anlatmak kendini, ilk kez anlatır gibi, dinlemek herşeyi, unutması zor olsun diye" bir parçayla kabullenmiştim hande yener'in varlığını. öyle ki, "sevdiğim film hangisi, en sevdiğim şarkı, şiir, şair, yazar, çizer, siler, bozar zamanın silgisi. silse yine iyi. tükenmiş bir kalem inadında kalır izi, sen boşver, sen. boşvermez bizi" diyordu "nasıl zor şimdi" diye ekleyerek.

tam da ben "yeniden birine nasıl..." diye kıvranırken.


sonra hande kızımız delirdi ve "nasıl delirdim" diye bir albüm çıkardı. "kavga etmez, sever beni romeo. sabaha kadar kucaklar beni romeo" diye haykırdı bu albümünde, kendi romeo'sunu bulmuş olmanın sevinciyle.

üstelik kimseye hesap vermesi gerekmediğini de onunla ilgili sorulan sorulara gerektiği kadar yanıt vererek, "
garson o, ehehe, garson işte, garsoon garsooon" diye suratına düzenli aralıklarla gerçeği vurmaya çalışan insanlara da eline mikrofonu alıp naciye parçasını söyleyerek. (bkz: #10909930)


kendini, varlığını geçmişini inkar etmediğini söylüyor işte hande yener naciye parçasını coverlayarak.

hakkında atıp tutulan bin türlü fikrin karşısında da son olarak okan bayülgen'in programında izlediğim kadarıyla da gülüp geçiyor, susuyor.

doğru adamlarla çalışıyor, doğru kararlar veriyor ve içinde olduğunu iddia edip durduğumuz varoş ruhunun tam aksi bir ruh yapısında olduğunu kendi "handeland"inin hakimi olarak gösteriyor.

kendini çirkinleştirmekten korkmayarak ağzı 5 karış açıp kaset kapağı fotoğrafı çektiriyor. son albümünün ilk klip parçası kibir'de şekilden şekle giriyor. (kelepçe klibinin yönetmeni ile tekrar çalışmış)

kafamıza vura vura fikirlerimizi değiştiriyor. zira kendisi bir gün beni enteller de dinleyecek derken sınıf savaşında olmadığını, müzikal anlamda başka bir yerde olduğunu söylüyordu bence. ilk albümlerinde eline geçiremediği gücünü şimdi geçirdiği için de son iki albümünde tokmağı geçiriyor kafamıza.


oben budak'ın (ismini anımsamıyorsunuzdur, zira kendisi bir müzik eleştirmeni değildir *) albüm hakkında sabah gazetesinin cumartesi ekinde "2002-2003 müzik soundunu 2007 model albümünde taşıması garibime gitti" demesi ise bence talihsiz bir açıklama. zira albüm için bunca parayı döken erol köse bu kadar şeyi kabul ettikten sonra sound konusunda da eminim ki hande yener'i kısıtlamaya kalkmamıştır. bu hande'nin müziğidir ve handeland'indir. yiyen yer, yemeyen paket yaptırıp küçük oğluna götürür.

üstelik 80'lerin disco/dance müziğini evirip çevirerek önümüze koyan madonna nasıl ki bu tarzın yeniden tutulmasını sağlıyorsa hande'de de aynı gücün olduğuna inanıyorum türkiye'de. zaten müziğini de demode bulmuyorum.

şimdi uzun zamandır klasikler haricinde pek yüzüne bakmadığım türkçe müzik arşivime bir albüm daha ekliyorum keyifle.

*

ek olarak; romeo genç, romeo güçlü. sabaha kadar da kucaklar onu romeo, romeo.

eğer ki çocuk kalkıp kendisine "ben romeo, gerçek aşkın savaşçısı. yalnızlık bitti, sil gözyaşlarını!" demişse de bizi neden geriyor romeo?

şahsen ben oğlanı beğendim. yani yiğidi öldür, hakkın yeme, güzel çocuk. tabi ben olsam gider bana yazılırdım ama kızımız, onu seçmiş.

hoş, arkadaşlar arasında benim için sawyer gibi çocuk derler ama kısmet işte. çocuklar birbirlerini görmüş, beğenmiş. bu durumda bize de bok yemek düşer.

Pazartesi, Mayıs 21, 2007

geçen hafta en çok dinlediklerim

malum, günlerden pazartesi. last.fm bize geçen hafta en çok neler dinlemişiz onu söylüyor. bakalim bi'
(listeden anlıyoruz ki, m ve n harfinden seçilmiş isimler şarkıcı/grup için yararlı. zira bu hafta içinde listede yer almayan ama gönlümüzün efendileri madonna ve michael jackson da aynı derecede en sık dinlenilenler arasında...)

1. sırada nat king cole var. 205 kere dinlemişim kendini. zira 32 tane canlı performansını buldum geçenlerde. bu yüzden hem şevkle hem de gazla duraksız dinlemişim albümü.

2. sırada 102 parça ile bu listenin müdavimi morrissey var ama bu sefer tüm albümlere değil de "you have killed me" ile "i will see you in far off places" parçalarına takıldığımdan...

3. sırada 86 parça ile portecho var. bu da aynı hafta içinde bir konserlerine daha gitmiş olup aldığım gazdan kaynaklanıyor. grup ile tanışalı çok zaman olmadı ama yaşayan gruplar arasında en sevdiklerime kısa zamanda girebildi, ki zaten onlar için şöyle bir şey yazmıştım bir konserlerinden çıkışta. (bkz: #10714099)

4. sırada radiohead 80 parça ile listemize katılmış ama az bile demek istiyorum... (:

5. sırada ajda pekkan 70 parça ile kim olsa anlatır demiş.

6. sırayı Marilyn Monroe, goodbye, primadonna albümü ve tekrar tekrar dinlenen 70 parça ile ajda pekkan ile paylaşıyor. zira vaktinde marilyn'in en ünlü filmlerinde söylediği parçaların orijinal kayıtlarından bi derleme olan bu albümde "diamonds are a girl's best friend" ve sırf lolita kelimesini telaffuzundan dolayı onlarca kez tekrar dinlediğim "my heart belongs to daddy" parçası yer alıyor... ah, dinledikçe daha da iyi anlıyorum. bjork bu kadının söyleyişini taklit ediyor. su içinde bin lirasına iddiaya girerim (:

7. sırada Massive Attack 54 parça ile yer alıyor ama yine az bile demek istiyorum. uzun yıllardan beri hiç sıkılmadan dinlediğim bu adamları ne kadar övsem az... hiç dinlemediyseniz bile mezzanine albümü müptelası olmanıza yeter...

8. sırada 49 parça ile Nirvana var... vaktinde mtv'de kurt ile şarkılar söylediğimiz unplugged albümü ile.

9. sırada Gotan Project. 42 kere dinlemiş, kendimizden geçmişiz kendileriyle.

10. sırada 40 kez dinlenerek
City Hunter OST ilk defa bu sıralamaya girmiş. hayırlısı olsun diyoruz. (:

tabii bu arada listeye girememiş ama son zamanlarda beni pek bi eğlendiren ve yönetmenliğini emir kusturica'nın yapmış olduğu black cat white cat yani kara kedi ak kedi filminin müziklerini yapmış No Smoking Orchestra'nın müzikleri var son dinlediklerim arasında.. filmin soundtrack'ini dinlemenizi tavsiye ederim. listenize hemen ekleyin...

Cuma, Mayıs 18, 2007

yaratım süreci çok sancılıydı

geçen günlerden birinde bir kısa film izledim, aklıma geldi. genç bir yönetmen ile genç bir senaristin ilk bir kaç filminden biri sanırım. kaçıncısı olduğunu bilemiyorum, ki zaten ayrıntısı bizi çok ilgilendirmiyor.

yine yaratım süreci çok sancılıydı türünde filmlere bir örnekti.

işte tam bu noktada kafama takılan soruya geldik: hep merak ederim ben... bütün genç yönetmenler/senaristler neden henüz biz yarattıklarına daha tam vakıf olamamışken hemen sorunlarını anlatmaya başlarlar ki?

yahu biz önce güzel şeyleri izleseydik... çiçekler olsaydı, böcekler olsaydı, insanlar birbirini sevseydi, dövüşmeselerdi.

ama olmaaazzz...
hemen bi hayat ne tuhaf, vapurlar filan tripleri ... nedir yani?

oysa dostluklar da böyle başlamaz mı azizim? önce güzel şeyleri paylaşırsın, unutulması imkansız güzel hatıralar biriktirirsin, el ele kırlarda koşarsın neşe dolu yüreğinle; ardından zamanı gelince başa gelen derde ortak olursun yaşanan güzel günlerin hatrına. diiğğ mi efendim, diiiiğğ mi?
halbusi hepimiz kısayız, hepimiz filmiz...

yine mi güzeliz, yine mi çiçek?

şu "yaratım süreci çok sancılıydı" hadisesi ise ayrı bir mesele tabi. onu başka bir başlıkta incelemek lazım ama hazır ekşiye yazmışken buraya da yazayım

sanatçı yahut sanatçı adayının yapıtını eleştirmenlerle ve/yahut izleyici/dinleyici/okuyucularıyla paylaştıktan sonra konuyla yani "yaratım süreci nasıldı?" benzeri soruya karşı verdiği klişe cevaptır bu.

ama baksanıza efendim, adamın paçalarından akıyor yaratıcılık aslen. bir anlamda adama hak vermemek de elde değil. teşbih desen var, tespit desen var, hatta kimine göre teşbih i beliğteşbih i mubalağa dahi var. metafor desen, kralını yere serer. (artık dalgasını geçiyoruz ama bunu kullanarak kimleri ne sancılara sürüklemişlerdir vaktinde, bir düşünsenize. (smiley was here)

sanatçı kıvrım kıvrım kıvranmayacak da biz mi kıvıracağız bu işi? peh peh peh...


yazı ile ilgili seçtiğim görsel hakkında
:

yani:
"less is more"
yani
"az çoktur"
yani
"basit, hoştur".
yani:
"kısa iyidir"! (:
kimine göre de

sanal alemin sanal tanrıları üzerine

bu gün buraya alakasız, hastane adında bir öyküyü koyacaktım aslında lakin gider ayak sosyomat'a uğradığımda gördüğüm bir etiket dikkatimi çekti ve yapışırverdim.

etiket başlığı ve içeriği aslında aklımda olan bir yazı ile ilgiliydi. yani ben daha önce yazmak istiyordum bu konu ile ilgili.

sosyomatta kısa zamanda popülarite kazanmış, her etikete tutunması ile ünlü sevdatremisu adlı arkadaşın bir yazısı da bahsi geçen etikette yönlü olduğundan eh, madem bu gün bize böyle bir yazı döşenmek kısmetmiş dedim.


etikete tek kişi yapışıktı ilk başta, yani kendisi. lakin sadece etiket olarak bakıldığında, yazıya gönderme olduğunu düşünmediğimizde anlamsız olduğundan gittim ben de yapıştım aynı etikete. sonra da başladım duraksız yazmaya. zira zaten konu ile ilgili çok fazla düşünmek gereksizdi... (:


sanal dünyanın sahte efendileri
sosyomat bu aralar teknik olarak pek çok hata verdiğinden bu ahkamım da ne yazık ki bir görünüyor bir kayboluyor. acep uzun mu geldi bilemiyorum ama refresh yaptığımda asıl post ettiğim yerde yani sosyomat etiketinde bir çıkıyor, bir siliniyor. oradan okumak isteyen biraz F5'e yüklensin yani

ahkam:

etikete tek kişi yapışık olduğunda anlamını yitiriyor ve sadece bunlarla ilgili olunduğu anlamı çıkıyor diye ben de yapıştım.
şimdi asıl anlamını buldu etikete yapışık kişi sayısı çoğul olduğunda (:

kim ilgili görelim bu tanrılarla...

konuya gelecek olursak;
bu tür mecraların en büyük ve en güzel özelliği kendini istediğin gibi pişirip istediğin gibi sunabilmen.

yani nasıl ki sosyomat ve diğer network siteleri için pilli ailesi yeni araçlar geliştiriyor, yeni yeni oyuncaklar pişiriyorsa biz de kendimizi içimize dilediğimizi katarak pişirebiliriz. bu kimine tuzlu gelir, uzak durur. kimine tatlı gelir, yanına yaklaşır, onu kavrar ve bir çırpıda miğdeye indirir.
kimisine çok tatlı gelir ve dilindeki tadın aşırılığından sebep ağzından çıkanlar da az biraz aşırı olur.

pişirdiğimiz bu sanal varlığın içine kattığımız malzemelerin değeri ise ancak ve ancak o malzemeyi daha önce bilen, tadına bakmış, hatta özümsemiş; belki bir hayat biçimi haline getirmiş insanlarla bilinebilr.
yani şimdi adamın eline tadına hiç bakmadığı bir meyveyi verirsen o da onun daha nasıl yenileceğini bilmediğinden ancak şekline, duruşuna, rengine bakarak yorum yapabilir, verdiği değer de ancak biraz önce belirttiğimiz nitelikler üzerinden olur. nicelik hakkında fikri olmadığından destursuz beyan eder görüşünü.

bilgiye açık bir insansa ve bi' gün o meyve hakkında bilgi sahibi olmak isterse; onu tatmayı gözü yerse alacağı tad ise geçmiş kültürel ve sosyal deneyimleri ile şekillenir. bu deneyimleri harmanlamak konusundaki becerisi ve sosyal duruşu neticesinde doğru yahut yanlış bir tanımlamaya/benzetmeye ulaşır.

yani: bilinen kadarıyla yapılan yorumlar bahsi geçen meyvenin değerini ne yükseltir, ne de düşürür; lakin algı farkından dolayı o meyveye bakış elbette farklı olacaktır ve kimisi için inanılmaz yararlı bir meyve olurken kimi zaman da ihtiyaçlar dahilinde esamesi dahi okunmayacaktır ve yine; kabuğundaki vitamin, bileşimindeki mineral yahut artık her neyse; onların değeri bilinmiyorsa sadece rengi ve kokusu dikkate alınacaktır.

bu tür sanal mecralarda da işte tam bu noktada görüntü girer devreye. görüntü illa ki burada fotoğraf ve benzeri şeyler olarak algılanmamalı elbette. kendini ifade etme biçimin her neyse o olarak bakılmalı. bu kimine etiket, kimine fotoğraf; kimine resim kimine göre de bir south park karakteri olabilir.

lakin: görüntünün işleniş biçimi ne kadar basit ve dolaysız olursa o kadar dikkat çeker ortalama deneyimler nedeniyle. zira hiç tanımadığınız bir fransız tiyatro oyuncusu eğer ki çok güzel/çok yakışıklı bir kadın/adam değilse bakan kişiye bir şey ifade etmeyebilir eğer o konuyla/fransız sinemasıyla/oyunculukla ilgili özel bir dikkati yok ise.

bu noktada varlığını bu tür sosyal mecralarda sürdüren ve hatta belki de çok önemseyen kimselere baktığınızda cevabı bulursunuz. olabildiği kadar yalınlardır.

bu tanrılar ulaşılabilirdir. zaten bu yüzden sanal dünyanın efendisi olurlar. halk onlara ulaşabilmek ister. o her yerde elini omzuna atabilmeli, gerektiğinde devreye girmelidir.

eğer haddiden fazla karmaşık ve yine haddiden fazla deneyim+bilgi gerektiren görüntüler verirse/ahkamlar keserse/etiketler eklerse de yavaş yavaş tebasını kendinden uzaklaştırır. bu konudaki kıvam kişinin kendisine kalmıştır.

şimdi karar verin: burada ne için varsınız ve sanal dünyadaki varlığınızı ne kadar önemsiyorsunuz? eğer bu sizin için mühimse tarifi dileğinize göre uygulayın.
afiyet olsun

(:

[neden yazdım? bilmiyorum. sevda'nın da diyorum.com'daki yazısını okudum bu arada.] linki de şu: sanal dünyanın sahte efendileri

[link vermeyi öğrenin anacım. uğraştırmayın biz tembelleri] (:


yazı ile ilgili seçtiğim görsel hakkında
: aklıma ilk olarak bu baltalı ilah geldi (: süper bir anti-kahraman olduğu için... süper bir beyne sahip... taktir ediyorum yaratıcılarını ve buradan kendilerini selamlıyorum. ha ayrıca yine buradan hazır selam lafı gelmişken, amcamgillerle kaynımgillere de selam ederim (:

yazıyı yazarken dinlediğim parça/lar:
Marilyn Monroe - Diamonds Are a Girl's Best Friend
Marilyn Monroe - My Heart Belongs to Daddy (björk bu kadını taklit etmiyorsa, ne olayım... bunun üzerine de yazacağım bi ara unutmazsam. unutursam siz anımsatın)
The Cult - Sacred Life (teşekkürler puxavida)

Çarşamba, Mayıs 16, 2007

beni şımartıyorsunuz!

ah evet... björk. son zamanlarda tekrar aklıma geldi nedense. kendimi bi' Atlantic'e bi' Bach Jools'a atıyorum...

kelimeleri söyleyişi o kadar farklı ki... sanki çiğniyor onları.

iyice sindirebilmek için baştan uzun uzun çiğniyor. sonra tabi onca çiğnediği için de söylediklerinin ne olduğunu çok iyi biliyor.

biraz sinirli belki ama ne dediğini biliyor kesinlikle.

bana gelince... yok efendim, canım falan sıkkın değil. yani bir süredir yazmayışımın canımın sıkkınlığıyla falan hiç alakası yok. hatta bomba gibiyim, yakında patlayacağım, o derece yani.

böyle bir neşe silsilesi, böyle bir keyif... nasıl anlatsam? hayatımın en mesut günlerini yaşıyorum desem yeridir. o açıdan da kıçımı kaldırıp şu nacizane bloga iki yazı döşenemiyorum. vaktim yok şekerim, ne yapayım? böyle elim sıcak sudan soğuk suya değmiyor. çevremde huriler, mevsim meyvelerini sunmuş ağzıma, bir ondan yiyorum, bir bundan...

sağ olsun, tüm dostlarım da hiç yalnız bırakmıyorlar beni. zaman ayıramıyorum kendime şekerim. bir bırakın, bi nefes alayım yahu.

insanın kendine özel zamanları da olması lazım. hiç saygı kalmamış efendim insanlarda. başımı kaşıyacak vaktim yok. bir taraftan kapı, bir taraftan telefon. iki ayağımı bir pabuca soktular sağ olsunlar.

sevgi, özlem de bir yere kadar. durun, özlememe fırsat verin. bakın özlediğim zaman ben nasıl arıyor, nasıl taciz ediyorum sizi bana yaptığınız gibi.

ah... beni şımartıyorsunuz dostlarım. bu kadar sevildiğimi, bu kadar özlendiğimi bilseydim hiç yanınızdan ayrılıp kendimi dört duvarlara kapatır mıydım zannediyorsunuz? bilakis, paspasınızda yatar, gelene gidene havlar, gerekirse istenmeyen misafirlerin paçalarından tuttuğum gibi silkekerdim.

ah, yapmayın rica ederim. çekiştirmeyin kollarımdan. inanın zamanım olsa kalmaz mıyım yanınızda sonsuza dek.

bu telaş niye? bırakın kendi halime beni. zamanı gelince paçalarınıza sürtünmeyi bilirim ben. iki mırrlar, iki miyavlar, anlatırım derdimi, müsterih olun. sizin bana bi isteğim, bi sıkıntım var mı diye sorup durmanıza hiç gerek yok. ben bir şey olduğunda sizi arar haber veririm.

merak etmeyin beni. ben hayatımda önemli bir gelişme olduğunda, ölürsem falan arar söylerim size.
yazıyı yazarken fonda çalan şarkı/lar: atlantic, bach jools

Çarşamba, Mayıs 02, 2007

Blog Kazanı

bir nev-i weblog dedikodu kazanı

blog kazanı ile ilgili bildirgeç'te yer alan bildiriyi "kazara" nahnu beyin kendisinin yapmış olması ile -zira bildirgeç'te günlük dışında bir yerde kendi reklamınızı yapamıyorsunuz- daha ilk günlerinde bir sürü hit almayı başarmış, eğer "körler sağırlar birbirini ağırlar"blogger ve blog okuyucusu için kaynak (yahut via/vesile mi demeliyim artık?) olabilecek, yeni blogları bizimle buluşturacak, bizim keşfettiğimiz blogları da okuyucular ile buluşturmamıza olanak sağlayacak samimi -buradan öyle göründü bi' an-, ilerde ne olacağı bilinmez yeni bir site; bir nev-i weblog dedikodu kazanı

şurada nahnu beyin bildirisi ve uçsuz bucaksız yorumlar yer alıyor. üşenmezseniz okuyun derim. yorumları okuduğunuz aralıkta -biraz uzun sürüyorlar da- eğer ölmez de sağ kalırsanız hedeflerini falan da öğrenebilirsiniz. ha, bu arada, yorumlardan anladığım kadarıyla google'ın kafa kadar reklamları hosting vs'yi karşılamıyormuş. P:

blog kazanı/@ekşi sözlük
mantığında olmaz ise bir çok

Salı, Mayıs 01, 2007

Global Warner - Siz de küresel uyarıcı olun

bir kişiyi daha uyarabilmek için bin mil daha!

küresel ısınma ile ilgili son zamanlarda, özellikle 2007 yılının başından beri oldukça konuşur olduk. neredeyse kış diyemeyeceğimiz kadar sıcak bir kış mevsimi geçirmemizin ardından dengeleri bozulan mevsim, eriyen buzullar derken son dönemde en çok konuşulan ve olmasından korkulan, daha şimdiden sinyallerini vermiş su sıkıntısı ile ilgili komplo teorileri ile birlikte küresel ısınma lafı herkesin diline günde en az bir kere değer oldu. işsizlik, ekonomideki ve siyasetteki gidişat ile birlikte vatandaşın üzerine bolca atıp tutacağı yeni bir konumuz daha oldu kısacası. eş-dost sohbetlerinde bol keseden siyaset yapıp, iş ülkenin geleceği için çok önemli ve basit bir görev olan oy kullanmaya gelince basireti bağlanan (!) insanlar gibi küresel ısınma da çok konuşulan ama onun için bir türlü, küçük de olsa adım atılamayan bir mesele oldu çıktı. zira, küresel ısınma için 5 dakika boyunca
tüm dünyada elektronik aletleri ve ampulleri söndürme günü türkiye'nin o zaman zarfı süresince en büyük elektrik tüketimi yaptığı hala küresel ısınma efsaneleri arasında baş sırada duruyor.

gelelim "peki gerçek anlamda küresel ısınma nedir, ne değildir? kendisi in midir, cin midir? bizim neslin aşina olduğu özal döneminde bol bol bahsi geçen ve şimdi sadece komik sitelerde animasyonunu gördüğümüz enflasyon canavarı gibi belimizi bükecek güce sahip midir?" kısmına..

küresel ısınma yenmez, içilmez bir tanım aslında. küresel-ısınma.org'da da belirtildiği üzere;

İnsanlar tarafından atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. Daha ayrıntılı açıklamak gerekirse dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor.
Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor.Ama son dönemlerde fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi. bilimadamlarına göre işte bu artış küresel ısınmaya neden oluyor. 1860’tan günümüze kadar tutulan kayıtlar, ortalama küresel sıcaklığın 0.5 ila 0.8 derece kadar artığını gösteriyor.

eteklerimizin bu kadar tutuşmasının başlıca sebebi ise; bilimadamlarının son 50 yıldaki sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde farkedilebilir etkileri olduğu görüşünde olması.

peki bunun için neler yapabiliriz?

aslında yapılabilecek en iyi şeyler şu an modern dünya için sadece komik birer ütöpya olarak adlandırabileceğimiz, bilgisayarlarımızı ve etrafımızı çepecevre saran elektronik aletlerimizi kapamak, doğayla dost, saf kumaşlardan üretilmiş kıyafetler kullanmak, parfüm vb. ozon tabakasına zararlı olan her üründen uzak durmak, hatta ve hatta bünyeyi tümden kapatıp bodrum'a hormonsuz domates yetiştirmek için yerleşmek.
elbette yaşadığımız yüzyılda, hele hele zamanın deli gibi aktığı istanbul gibi bir metropolde yaşayan ben ve benim gibiler için bunlar uygulanması neredeyse imkansız çözümler, lakin yapabileceklerimiz sadece bunlarla sınırlı değil.

işte bu noktada çözümsüz bünyeler için düşünen, çalışan, aktaran, elinden geleni yapmaya hazır gönüllü global warner'lar devreye giriyor. türkçesi: küresel uyarıcılar.

pilli ailesinin ve çeşitli sanatçıların da desteklediği globalwarner.org'da "daha temiz bir dünya için söz vermek" üzerine şimdiye kadar bir çok insan toplandı. 28 nisan'da kadıköy'de "başka bir enerji mümkün" ve her ne kadar yeterli bulunmasa da "türkiye kyoto protokolü'nü imzala" diyen gönüllü global warner'ların desteği ile bir miting
yapıldı.

elbette yıl içerisinde bu mitingi takiben bir çok etkinlik yapılacak ama amaçlanan ve projenin bel kemiğini oluşturan hareket ise "çalışmalarına Türkiye’de karadan başlayıp, daha sonra tüm dünyayı küresel ısınmaya karşı uyarmak, bu konuda bilinç oluşturmak amacıyla yola çıkacak bir yelkenli".

3 kişilik tayfası ile 2007 yılı içerisinde İstanbul’dan hareket ederek tam bir dünya turu atacak ve 3 yıl sonra 2010 yılında, İstanbul, Avrupa Kültür Başkentiyken geri dönecek olan bu yelkenli bireysel çevre duyarlılığını bir insanlık geleneği haline getirmek istiyor.

eğer siz de çocuklarımıza dünyayı yaşanır bir yer olarak bırakmak istiyorsanız yapabileceklerinize bakmak için şurayı tıklayın.

Pazartesi, Nisan 30, 2007

avatar konusundaki sorulara son: Lori Earley

Son zamanlarda çeşitli messenger programlarında kullandığım ve aylardır değiştirmediğim avatarım ile ilgili oldukça fazla soru gelmeye başladı... "yahu bu kuğu boyunlu, yusufçuklu kadın kimdir?" diye. (artık dergilere kapak bile olmuş bizim kuğu boyunlu avcımız, resimde de görüldüğü üzere. hadi bakalım. gitti canım gizem) 1 yıla yakın süredir aynı avatarı kullanıyor olmamdan sebep sorulanları da makul buluyorum aslında. yani bundan sıkılmış değilim.

Aslında herşey uzun, upuzun bir zaman önce Erkan diye bir arkadaşımın "şu siteyi gördün mü yamook?" diyerek Lori Earley'in "The Fine Art of Lori Earley" adlı sitesini benimle tanıştırmasıyla başladı.

O gün ondan önce siteyi tavaf edip kendime açılışta introda da kullanılan "The Hunter" adlı resmi avatar olarak seçip siteye yerleşivermiştim. hatta erkan'dan da güzel bir azar işitmiştim "ben kullanacaktım onu" diye lakin "iyi olan kazansın" diyerek hızlı davranan ben olmuştum. (:

Türkiye'de hakkında çok fazla şey bilinmese de (hoş, son zamanlarda pek bir moda olmuş ve hatta urban5'te dahi konuşulur, tartışılır olmuşlar ya, neyse...)

Bi
zim için 3D çizim yahut fotoğraftan ayrı tutulamaz ve gerçeklikten ayırdedilemez mükemmellikteki çizgileri ile Lori Earley'in gönlümüze taht kurduğunu söyleyebilirim.

aslında bunu düşünen sadece biz değilmişiz ki ekşi sözlük'te prettymortal onun için aklımızdan geçen kimi tanımları yapmış bile:
new york'tan cikma ruya sanatci. gencecik yasina ragmen basarilarla dolu hayatina imza atmayi surduren bir semi-genius daha... resimlerini kanvas disinda ipek ve tahta uzerine yagli boya da calisarak yarattigi tuhaf, masalsi, "distorted" dunyaya ayri bir anlam katiyor. lori earley'nin buyucu, cadi, bakire, punk, peri, anorexic, prenses, avci, super model kizlarinin hepsinin kocaman parlak gozlerinde ayni "creepy" ifade var. hepsi kendi piriltisi ve sonuklugu icinde oylece suzuluyor.
bakinca daha iyi anlasilir tabi.
















Velhasıl, Lori Earley,
avant-garde çevrelerde son günlerde en fazla konuşulan ressamlardan biri olarak geçiyor. Onu diğerlerinden ayıran özellik ise; objelerini, Versus, Donatalla Versace ve Alexander McQueen gibi dev moda tasarımcılarının koleksiyonları ile giydirmesi. Lori Earley’nin senede bir kez sergilenen yağlı boya tablolarının bu yılki adresi, Soho’daki Opera Gallery. “Solo Show: Anima Sola” adlı sergi, 28 Nisan-19 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşiyor. bu tarih aralığında New York'ta olacak birileri varsa uğrasın, bizim için de bir kaç tane yeni görüntü alsın derim... ama şimdilik 28 nisan'da açılışı yapılmış olan sergiden bir kaç görüntüye ve sergi ayrıntılarına şuradan ulaşabilirsiniz.

Cumartesi, Nisan 28, 2007

dahi anlamındaki -de'ler ayrı yazılır hilmi

adam kıza sorar. "aşkım beni seviyormusun?"
kız cevap verir: "soru ekleri ayrı yazılır hilmi"
adam tekrar eder: "ya sen beni seviyormusun sevmiyormusun"
kız cevap vermez ama " soru ekleri ayrı yazılır ve soru cümlelerinin sonuna soru işaret konulur" der.
adam kalakalır.
"sorduğumada soracağımada pişman ettin. ne biçim insansın sen"
kız cevaplar: "dahi anlamındaki -de'ler ayrı yazılır aşkım."
adam: "kalsın mübeccel. sevme hiç sen beni"

Perşembe, Nisan 26, 2007

Büyüyünce Elif Şafak olucam!



-Aslında kazık kadar oldum ama sanki daha büyürüm gibime geliyor…-



Bir Türk olarak Strasbourg’ta doğdu, gençlik yıllarını İspanya’da geçirdi. Geldi ODTÜ’de Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi ve aynı okulun Siyaset Bilimi Bölümü’nde doktorasını yaptı. Çağdaş Batı Politik Düşüncesi ve buna ek olarak Ortadoğu üzerine yoğunlaştı.

Akademik geçmişi edebiyat anlayışını da besledi. Romanlarında her iki kültürün de yoğun etkisi hissedildi. Önce “Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinden Kadınsılık-Döngüsellik” adıyla yazdığı yüksek lisans tezi Sosyal Bilimler Derneği tarafından ödüllendirildi, ardından ilk romanı Pinhan ile 1998 Mevlânâ Büyük Ödülü’ne layık görüldü.

Hiçbir zaman kendini bir yere ait hissetmedi. Onu ilgilendiren hep bir bütünü bozan sapma, ana yoldan çıkan tali yol oldu. Kimi zaman katil, kimi zaman kurban; kimi zaman şişman bir kadın, kimi zaman usta oldu.

Romanlarında hiç olmadığı kişilerin içine girdi. Okurlarını her bir kitabında zaman, mekan ve farklı kültür yolculuklarına çıkardı.

Tasavvuf onun edebiyatının ayrılmaz bir katmanı oldu. Aidiyetini coğrafyaların içindeki kültürlerde değil kendi içinde aradı. Onun için söylenen “postmodern” ya da “tarihi roman yazarı” gibi nitelendirmelerden mümkün olduğunca kaçındı, çünkü bu tür kategorik ayrımların yazarlar için değil kitaplar için yapılması gerektiğini düşündü.

Hangi bedenin içine girerse girsin hep “yabancı” oldu. Enkazların ardından kelimeleri çıkardı, buyur etti haznesine. Öztürkçeci aydınlar tarafından bolca eleştirildi, çünkü onların dil anlayışını topyekûn reddetti. Dili sürekli genişleyebilen bir organizma olarak gördü.

Türkiye’nin batılı yüzünü temsil etmesine rağmen tasavvuf, din ve Osmanlıca ile bu kadar yakın olması şaşırttı insanları, ama o artık bu kalıpların yıkılmasının zamanının geldiğini düşündü.

Elif Şafak, şu ana kadar yayınlanan, biri Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, Celil Oker ve Pınar Kür ile birlikte birbirlerinin ardından, birinin bıraktığı yerden yazdıkları “Beşpeşe” adlı romanı ile birlikte, yedi romanında beşincisi olan “The Saint of Incipient Insanities”, yani Araf’ı İngilizce olarak yazdı. Roman Aslı Biçen tarafından Türkçe’ye çevrildi.

Araf’i yazmaya başladığında “kelimeler onun zihnine öyle düştü”. Rüyasında, zihninde İngilizce şekillendiği için öyle yazıldı. Yazdıkça kendini yazdırdı. Ritmi o dilde oldu ve bu ritim “Kim gerçek yabancı? Bir ülkede yaşayıp başka bir yere ait olduğunu bilen mi, yoksa kendi ülkesinde yabancı hayatı sürüp, ait olacak başka bir yeri olmayan mı?” sorusunu sordu.

Yazarın aynı zamanda yine Metis Yayınevi’nden kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarından bir araya getirilmiş bir seçkisi çıktı. Son olarak ise Mart 2006 basımlı “Baba ve Piç” romanı kitapevlerinde yerini aldı.

Tüm bunların ötesinde, benim, yazarın “Bit Palas” romanını okuyarak tanışmamın ertesinde onunla ilgili en güzel anım bir telefon konuşmasında şekillendi.

Ben: Elif Şafak’ın Mahrem’i var mı sende?
Mabel: Evet, var.
Ben: Okudun mu peki?
Mabel: Hayır
Ben: Neden?
Mabel: Mahrem diye…

Gazetede çalıştığım dönemde, onunla, onun haberi olmadan karşılaşmıştım bir gün. Beyoğlu Gazetesi’nde Yurdaer Erkoca’yı bir görüşme için bekliyordu. İlk gördüğümde onun kim olduğunu bilmiyordum.

Ben: Abi ,bu hatun kim yahu?
Ferhat Uludere: Elif Şafak işte…
Ben: Hadi!
Ferhat Uludere: Valla.
Ben:  Vay be. Hatunmuş harbi!

Eski bir yazı bu. Bir dergi için yazmıştım. Sonra yitik ülke'ye kısmet olmuştu. Ardından site talihsiz bir şekilde tüm arşivini kaybedince bir daha da yazıyı görmedim. Geçen gün bir şey için Elif Şafak taraması yaparken internette http://www.elifsafak.us/ diye bir siteye denk geldim. siteden kendisinin haberi var mı bilmiyorum açıkçası. Çünkü onun http://www.elifsafak.net/
diye resmi olduğunu düşündüğüm bir internet sitesi vardı zaten. Hoş, sitede soyadı shafak olarak geçiyor ama herhalde okunma kolaylığı olsun diye. Velhasıl, yazımı elifsafak.us sitesinde "değerlendirmeler -> genel" bölümünde gördüm. İmza ile yayınlamaları da takdirimi kazanmadı değil.

Güncelleme: Elif Şafak'ın resmi web sitesi http://www.elifsafak.com.tr imiş. Güzel haber, blogdaki bu yazıya oradan da link verilmiş. Teşekkürler, hem Elif Şafak'a hem de siteyi hazırlayan ekibe...

Pazartesi, Nisan 23, 2007

google bize logo yapsana (:


linkler:
google bize logo yapsana - haber

google bize logo yapsana - wordpress site

Cuma, Nisan 20, 2007

içindeki aşkı öldürmek

fiilin kendi içinde olması sebebiyle herhangi bir hukuki işlem görmeyeceği cinayet biçimidir.

davalı ya da davacı yoktur. daha doğrusu davacı olması muhtemel kişi çoğu zaman olayın farkında bile değildir.

ölümün bu şekli onun için hiçbir şey ifade etmez.
katil ise kaybettikleri ve içindeki acı ile dımdızlak ortada kalmıştır.
başvuracağı, hak talep edeceği
bir üst mahkeme yoktur.

içindeki aşkı öldürmek/@ekşi

Perşembe, Nisan 19, 2007

hello friends, hello blogger

şimdi efendim...
blogger'a türkçe dil seçeneği gelmesi hoş tabi ama bir de tam çeviriyi becerebilselermiş daha bir güzel olacakmış. çevirileri sanırm türkçeye pek hakim olmayan birileri yapıyor zira blogda kaç yazı olduğunu gösteren bölümde "32 yazılar" demek gibi gramer hatalarını yapabilmek ancak böyle mümkün. ha, ayrıca madem türkçe dil seçeneği yaptınız, yaptığınız işi tam yapın. bir çok yerde yeniden ingilizce dilinde yapılıyor yönlendirmeler. eskisi gibi ingilizce kullanmak daha hayırlı. ki aslında zaten google ile birleşmesi ile bir sürü aksaklık olacağının garantisini daha geçenlerde bloğuma yazı girerken blogger'ın "ay şimdi şöyle bir hata oldu, o yüzden sizin gönderinizi şeyedemedik. birazdan hilmi abi gelir, o halleder" tavrından anlamıştım. (ki
blogger'ı da google'ı da severim ben normalde ama sanki ayrı ayrı daha bir güzel duruyorlardı buradan)

uzun süre
eski blogger olarak kalmak için kastım ama bir gün zorunlu bir yükseltme yapmam gerektiğini söyledi bana blogger. şimdi de şablon yükseltmeme konusunda ısrarcıyım. zira bana "blogunuzun görünümünü özelleştirmeniz için yeni bir araç geliştirdik. bu aracı kullanmadan önce şablonunuzu yükseltmeniz gerekir. yükseltme yaparak, daha önceden şablonunuzda yaptığınız değişikliklerin birçoğunu kaybedeceksiniz." diyor. değişiklikler olduktan sonra da elimde patlama ihtimali olan blogum ile alakalı bu husus için de "ancak, daha sonra da erişebilmeniz için geçerli şablonunuzun bir kopyasını kaydedeceğiz." diye sırtımı sıvazlasa da kendisine buradan "yemezler" diyorum.

(
template kodlarımı kaydettim, bekliyorum)

Çarşamba, Nisan 18, 2007

masal (sadi güran)

aslında sadi güran'ın bu ilüstrasyonunun asıl adı kurtçuk. yıllar önce bant dergi'nin ilk sayısını elime aldığımda tanışmıştım sadi ile.

o zamandan bu zamana çok yıllar geçti ve herkes bant dergiyi, dolayısıyla sadi güran'ı da artık çok iyi biliyor.



kısacası, bence bu ilüstrasyonun adı kurtçuk falan değil, fantastik bir romandan fırlamış gibi duran karakterler dolayısıyla: masal!

Pazartesi, Nisan 16, 2007

geldi bahar ayları

gevşedi gönül yayları

Pazar, Nisan 15, 2007

prensten önce, prensten sonra


kurbağayı öpmeden önce
:


kurbağayı öptükten sonra:

Cuma, Nisan 13, 2007

bis bis bis

Uzun bir yoldan gelmiştim. Soğuktu. Karlıydı. Sessizdi. Bir ilk okul öğrencisinin daha okula ilk başladığı günde duyduğu heyecan ve korku vardı gözlerimde. Ve amatör bir oyuncunun ilk piyesine çıkmadan önce, seyircilerin karşısında herhangi bir pot kırmamak için kendine telkin verirkenki heyecanı.

Yürüyordum. Gideceğim yere varmanın telaşı ile mağazadan acele ile alınmış, normalde özel bir ayakkabıcı da yapılması gereken ama zaman olmadığı için muadili ile idare edeceğim bir tango ayakkabısı vardı ayağımda. Çokça sıkan, canımı yakan, pırıl pırıl parlayan, pembe bir peri masalında olması gerektiği gibi gıcır gıcır bir ayakkabı. Üzerimde de tam da Moskova sokaklarına yaraşır bir palto ile şapka.

Sana yürüyordum. Kalabalık umrumda değildi. Ben asıl sana yürüyordum. Kaldırımda ilerlerken omzuma çarpanları umursamayıp sana geliyordum. Çünkü eğer umursasam bir şeyler olacak ve ben sana gelemeyecektim.

Tanımadığım sokaklardan geçiyordum ve hiçbir şey dikkatimi dağıtmasın diye başım dik, çevreye bakınmadan yürüyordum. Yine tanımadığım bir apartmanın kapısına geldim. Tanımadığım bir kişinin ziline basıp beklemeye başladım. Otomatiğe basıldığında çıkan o sert sesle kendime geldim. Apartmana girdim ve asansörü beklemeye başladım bu sefer de. Zaman geçmek bilmiyordu ve bu bekleyiş yavaş yavaş beni sinirlendirmeye başlamıştı. Asansör ile yukarı çıktım. Kapı açıktı. İçeride çalınan müzik tüm apartmanda yankılanıyordu. Kapıda beni karşılaması gereken sen yoktun kapıda. İçeride bir başka kadını beline sarılmış dans ediyordun. Mutfakta birileri sohbete dalmıştı. Birisi üzerimdeki paltomu ve şapkamı almak için elini uzattı bana. Onları verdikten sonra dans ettiğin odanın kapı eşiğinde seni izlemeye başladım. Yüzün artık yaşının verdiği olgunlukla daha ciddiydi. Aradan yıllar geçmişti ve biz artık büyümüştük. Gözlerin hala eskisi gibi parlaktı. Zayıflamıştın ve bu, yüzünün hatlarının daha belirgin olmasını sağlamıştı.

Benim orada durduğumu fark ettin ve yüzünü bana dönüp gülümsedin, hiçbir şey yokmuş gibi… ben de sana. Müziğin sonlanmasına yakın dikkatin varlığımdan dolayı dağılmaya başladı ve birkaç hareketi yanlış yaptın. Dansettiğin kadın bozuntuya vermedi ve istersen ara verebileceğinizi söyledi. Karşı çıkmadın.

Zarif bir hareketle gülümseyerek bis yaptınız. Kadın pencere kenarına doğru yürüdü, sen bana. Belli belirsiz bir reverans yaparak beni dansa davet ettin, başka bir parça çalmaya başladı ve ben kabul ettim dansı.

Cilalı parkelerin üzerinde, odanın tam ortasında dansa başladık. İyice ustalaşmış ve beni dilediğin gibi yönetebilmeye başlamıştın. Ben de hata yapmaktan korkarak kendimi sana iyice bırakmıştım. Beynim gitgide uyuşuyordu. Yolda içtiğim kanyağın etkisini artık iyice hissediyordum. Dans ederken içip içmediğimi sordun cevabını bilerek. Topuklu ayakkabılar artık iyice canımı acıtmaya başladı. Yorulduğumu söyledim ve dansı bıraktık. Yüzümü avuçlarının arasına alıp küçük bir öpücük kondurdun dudağıma ve elimden tutup beni içerde yüksek sesle kahkahalar atan, abartılı jest ve mimikleri ile ruhumu kirleten konuşan, gülüşen, dedikodu yapan kadınlı erkekli grubun yanına götürdün beni.

Oturdum. Aslında onların arasında nasıl da olmak istemiyordum. O kadını görmekten nasıl rahatsız oluyordum bir bilsen… sustum. Konuşmak istemiyordum hiç. Bahsedecek hiçbir şeyim yoktu onlara. Bahsetsem de anlayabileceklerini hiç sanmıyordum zaten.
Sen onlardan biri gibi sohbete daldın. Bir an kendimi yapayalnız hissettim orada. Gitmek istedim. Ne işim vardı zaten, bilmiyordum.
Sen? Hayır… benim olmadığım bir çok zaman orada uzun saatler geçirmiştin ve ben o zamanlardan çok daha fazla huzursuzdum şimdi yanımda olmana rağmen.

İçkinin etkisi ile gözlerimden alevler çıkıyordu sanki. Parmak uçlarımdan saçımın teline kadar kıskanıyordum seni ve seni orada bırakıp gitmek istemiyor, o binadan tek başıma çıkmayı gözüm yemiyordu. Gitmeliydim oysa ki. Orada durdukça dişlerimin arasında acı sözler birikiyordu. Dişinin kavuğuna giren yiyecek artıkları nasıl rahatsız ederse ve onların varlığından dolayı sürekli dilinle orayı kurcalama isteği neyse, o anda o sözler de bana aynı hissi veriyordu. Sürekli onlarla oynuyor, cümle içindeki dizilişlerini değiştirip değiştirip, çıkarıp atmak istiyordum ağzımın içinden, fakat dudaklarımı aralasam çıkıvereceklerinden korkarak sıkı sıkıya kenetlemişim ağzımı. Konuşmayışım rahatsız etmişti seni ama bir konuşsam susmayacağımı bilmiyordun o anda. Farkında bile değildin durumun.

Ondan sonrasını anımsamıyorum. Ne yaptım, ne dedim, canını yaktım mı? Bilmiyorum. Bir ara bir odaya girip bağırdığımı anımsıyorum sana. Ama ne dedim, bilmiyorum. Tek anımsadığım daha sonra yaptığım bu ihtiyatsız ve kesinlikle kuralına göre oynanmamış hareketten pişman olduğum. Binadan tek başıma çıkmıştım seni o halde bırakıp. Eski beyaz bir köşke yürümüştüm koşar adımlarla…

Peki geri almak ister, o güne dönmek ister miyim şimdi? Hayır. Asla.

Perşembe, Nisan 12, 2007

anımsa barbara

Barbara

Anımsa Barbara
Yağmur yağıyordu o gün Brest’te durmadan
Yürüyordun gülümseyerek yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Anımsa Barbara
Siam sokağında rasladım sana
Yağmur yağıyordu Brest’te durmadan
Gülümsüyordun
Gülümsüyordum
Tanımıyordum seni
Sen de beni tanımıyordun
Anımsa gene de anımsa o günü
Unutma
Saçağın altına sığınmış bir adam
Adını ünledi
Barbara
Koştun ona doğru yağmur altında
Şaşkın hayran sırılsıklam
Atıldın kollarına
Anımsa bunu Barbara
Sen diyorum diye de bana kızma
Sen diyorum bütün sevdiklerime
Ancak bir kez görmüşsem bile
Sen diyorum bütün sevişenlere
Tanımasam bile

Anımsa Barbara
Unutma
O yumuşak mutlu yağmuru
Mutlu yüzüne yağan
O mutlu kente yağan
Denize yağan
Tersaneye yağan
Ouessant gemisine yağan yağmuru

Ah Barbara
Ne aptallıktır savaş
N’oldun şimdi sen
O demir o çelik o kan yağmuru altında
Ya o adam n’oldu seni yürekten
Kucaklayan
Öldü mü kaldı mı n’oldu

Ah Barbara
Yağmur yağıyordu Brest’te durmadan
Eskiden nasıl yağıyorsa öyle
Ama artık bildiği gibi değil bura yokoldu her şey
Yıkık bitik bir yas yağmuru şimdi yağan
Demir çelik kan fırtınası bile değil
İtler gibi kuyruğunu titreten
Bulutlar yalnız bulutlar
Brest’te sular boyunca yitip giden itler
Çürümek için gidiyor uzaklara
Hiçbir şey kalmayan Brest’ten
Çoook uzaklara


Jacques PREVERT


(çevirideki düzeltmeler için Sevcan PALUT'a teşekkürler)
orjinal çeviri: Teoman AKTÜREL

Çarşamba, Nisan 11, 2007

ağrı dağı

agri daginın eteginde ucan guvercin olmak isteyenlere!

siz önce bi apartmanınızın çatısına çıkın da... ondan sonra ağrı dağına niyetlenirsiniz (:

Pazartesi, Nisan 09, 2007

LOST (dikkat spoiler içerebilir)

gece üşenmedik LOST üzerine teoriler yaratıp durduk. aslında kafamıza araf fikri oldukça yattı ama yine de bazı sahneler bunu tam oturtamamıza sebep oldu. yine de mr. eko ile boone'un ölüm biçimleri, adada sağ kalanların daha önceki ilişkileri derken yönetmen ve senaristlerin dudağını uçuklatacak derecede saçma yorumları da edip kendi aramızda bir LOST cast'ı oluşturduk. karakterleri görünüşlerine göre değil de hayata bakışları ve olaylara yaklaşım biçimlerine göre yerleştirdik daha çok. elbette kimi karakterlere bir türlü rol biçemedik yahut bazılarında dalgaya aldık ama yine de biraz olsun LOST'a yerleştik gibi. kimilerinde ise cinsiyeti göz ardı ettiğimiz de oldu (:

işte LOST'ta yer alan ana karakterlerin bize yansımaları:

jack: mehmet ozman
john locke: mehmet
kate: aslı
sayid jarrah: erdinç
sawyer: selen
jin: ayhan
sun: ceylan
charlie: clement
claire: zeyno
hurley: berna
ana lucia: neslihan
shannon: gülay
boone: hüs-oytun
juliet: banu
michael: elbey
libby: ayla
walt: engin
mr. eko: zorbey
danielle: öküz tuğba
desmond: emre
hanry gale-ben: süleyman
esmeray: bora (ufka bakan kadın)
kocası: gökhan

en kral rol bana geldi desem yeridir. vallahi herkes
sawyer için cuk oturdu dedi bana. nilgün'ü de set fotoğrafçısı olarak tayin ettik. aslen kate konusunda aslı ile nilgün kapıştılar ama kate daha çok aslı'ya uydu. çünkü bizim nilgün asla kıçını kaldırıp yaban domuzu avlamaz. ayrıca kafes fantazisi olmadığı gibi bana bi' ilgisine de rastlamadım.

yalnız ben de adadaki tüm taş hatunları götürüyorum, bilmem dikkatinizi çekti mi? :D

başlıksız

oturduğum yerden, pencerenin dışından kuş sesleri geliyor kulağıma. sakin bir nisan akşamüstüsü. pazartesi günü. herkes işinde. içerde arkadaşım hazırlanmakta.

korna sesleri ile kuş sesleri karışıyor. şekerli türk kahvemi yudumluyorum bir sigara yakıp.

hayatın basit ama güzel renkleri bunlar. çok alacaya ihtiyacımız yok. basit bir yeşil ile basit bir mavi yeter. bir de yürü yürü bitmeyecek güzel sahil akşamları...