Ne ki şimdi bu?

Bu blog 2005 yılının Mayıs ayından beri tutuluyor. Kayıtların bir kısmı elimizde olmayan nedenlerle silindi. Kullanıcı Blogger ailesine 2008 yılında katılmış gibi görünüyor olabilir, siz ona inanmayın. Hem yazı hem fotoğraf olsun, bu ne kuru blog derseniz sizi Çalışmak Adamın Karakterini Bozar adlı Tumblr blogumuza alabiliriz.


Cuma, Nisan 13, 2007

bis bis bis

Uzun bir yoldan gelmiştim. Soğuktu. Karlıydı. Sessizdi. Bir ilk okul öğrencisinin daha okula ilk başladığı günde duyduğu heyecan ve korku vardı gözlerimde. Ve amatör bir oyuncunun ilk piyesine çıkmadan önce, seyircilerin karşısında herhangi bir pot kırmamak için kendine telkin verirkenki heyecanı.

Yürüyordum. Gideceğim yere varmanın telaşı ile mağazadan acele ile alınmış, normalde özel bir ayakkabıcı da yapılması gereken ama zaman olmadığı için muadili ile idare edeceğim bir tango ayakkabısı vardı ayağımda. Çokça sıkan, canımı yakan, pırıl pırıl parlayan, pembe bir peri masalında olması gerektiği gibi gıcır gıcır bir ayakkabı. Üzerimde de tam da Moskova sokaklarına yaraşır bir palto ile şapka.

Sana yürüyordum. Kalabalık umrumda değildi. Ben asıl sana yürüyordum. Kaldırımda ilerlerken omzuma çarpanları umursamayıp sana geliyordum. Çünkü eğer umursasam bir şeyler olacak ve ben sana gelemeyecektim.

Tanımadığım sokaklardan geçiyordum ve hiçbir şey dikkatimi dağıtmasın diye başım dik, çevreye bakınmadan yürüyordum. Yine tanımadığım bir apartmanın kapısına geldim. Tanımadığım bir kişinin ziline basıp beklemeye başladım. Otomatiğe basıldığında çıkan o sert sesle kendime geldim. Apartmana girdim ve asansörü beklemeye başladım bu sefer de. Zaman geçmek bilmiyordu ve bu bekleyiş yavaş yavaş beni sinirlendirmeye başlamıştı. Asansör ile yukarı çıktım. Kapı açıktı. İçeride çalınan müzik tüm apartmanda yankılanıyordu. Kapıda beni karşılaması gereken sen yoktun kapıda. İçeride bir başka kadını beline sarılmış dans ediyordun. Mutfakta birileri sohbete dalmıştı. Birisi üzerimdeki paltomu ve şapkamı almak için elini uzattı bana. Onları verdikten sonra dans ettiğin odanın kapı eşiğinde seni izlemeye başladım. Yüzün artık yaşının verdiği olgunlukla daha ciddiydi. Aradan yıllar geçmişti ve biz artık büyümüştük. Gözlerin hala eskisi gibi parlaktı. Zayıflamıştın ve bu, yüzünün hatlarının daha belirgin olmasını sağlamıştı.

Benim orada durduğumu fark ettin ve yüzünü bana dönüp gülümsedin, hiçbir şey yokmuş gibi… ben de sana. Müziğin sonlanmasına yakın dikkatin varlığımdan dolayı dağılmaya başladı ve birkaç hareketi yanlış yaptın. Dansettiğin kadın bozuntuya vermedi ve istersen ara verebileceğinizi söyledi. Karşı çıkmadın.

Zarif bir hareketle gülümseyerek bis yaptınız. Kadın pencere kenarına doğru yürüdü, sen bana. Belli belirsiz bir reverans yaparak beni dansa davet ettin, başka bir parça çalmaya başladı ve ben kabul ettim dansı.

Cilalı parkelerin üzerinde, odanın tam ortasında dansa başladık. İyice ustalaşmış ve beni dilediğin gibi yönetebilmeye başlamıştın. Ben de hata yapmaktan korkarak kendimi sana iyice bırakmıştım. Beynim gitgide uyuşuyordu. Yolda içtiğim kanyağın etkisini artık iyice hissediyordum. Dans ederken içip içmediğimi sordun cevabını bilerek. Topuklu ayakkabılar artık iyice canımı acıtmaya başladı. Yorulduğumu söyledim ve dansı bıraktık. Yüzümü avuçlarının arasına alıp küçük bir öpücük kondurdun dudağıma ve elimden tutup beni içerde yüksek sesle kahkahalar atan, abartılı jest ve mimikleri ile ruhumu kirleten konuşan, gülüşen, dedikodu yapan kadınlı erkekli grubun yanına götürdün beni.

Oturdum. Aslında onların arasında nasıl da olmak istemiyordum. O kadını görmekten nasıl rahatsız oluyordum bir bilsen… sustum. Konuşmak istemiyordum hiç. Bahsedecek hiçbir şeyim yoktu onlara. Bahsetsem de anlayabileceklerini hiç sanmıyordum zaten.
Sen onlardan biri gibi sohbete daldın. Bir an kendimi yapayalnız hissettim orada. Gitmek istedim. Ne işim vardı zaten, bilmiyordum.
Sen? Hayır… benim olmadığım bir çok zaman orada uzun saatler geçirmiştin ve ben o zamanlardan çok daha fazla huzursuzdum şimdi yanımda olmana rağmen.

İçkinin etkisi ile gözlerimden alevler çıkıyordu sanki. Parmak uçlarımdan saçımın teline kadar kıskanıyordum seni ve seni orada bırakıp gitmek istemiyor, o binadan tek başıma çıkmayı gözüm yemiyordu. Gitmeliydim oysa ki. Orada durdukça dişlerimin arasında acı sözler birikiyordu. Dişinin kavuğuna giren yiyecek artıkları nasıl rahatsız ederse ve onların varlığından dolayı sürekli dilinle orayı kurcalama isteği neyse, o anda o sözler de bana aynı hissi veriyordu. Sürekli onlarla oynuyor, cümle içindeki dizilişlerini değiştirip değiştirip, çıkarıp atmak istiyordum ağzımın içinden, fakat dudaklarımı aralasam çıkıvereceklerinden korkarak sıkı sıkıya kenetlemişim ağzımı. Konuşmayışım rahatsız etmişti seni ama bir konuşsam susmayacağımı bilmiyordun o anda. Farkında bile değildin durumun.

Ondan sonrasını anımsamıyorum. Ne yaptım, ne dedim, canını yaktım mı? Bilmiyorum. Bir ara bir odaya girip bağırdığımı anımsıyorum sana. Ama ne dedim, bilmiyorum. Tek anımsadığım daha sonra yaptığım bu ihtiyatsız ve kesinlikle kuralına göre oynanmamış hareketten pişman olduğum. Binadan tek başıma çıkmıştım seni o halde bırakıp. Eski beyaz bir köşke yürümüştüm koşar adımlarla…

Peki geri almak ister, o güne dönmek ister miyim şimdi? Hayır. Asla.